Bu aralar en çok duyduğum sözcüklerden biri distopya. Distopya, ‘ütopya’nın karşıt anlamlarına sahip; gelecekteki mutsuz, karamsar, baskıcı, yabancılaşmış, çürümüş bir toplum yaşamını ve totaliter bir devlet modelini işaret ediyor. Akla ilk gelen de George Orwell’ın “Bin Dokuz Yüz Seksen Dört” adlı romanı.

Distopik filmlerde, TV dizilerinde ve romanlarda bir artış olduğu da açık. Hepsinin ortak noktası ise, başlarına gelen şeyleri sonradan, iş işten geçtikten sonra öğrenen kahramanlara sahip olmaları; çaresizce kaderlerini kabul etmekle direnmek arasında gidip gelen.

Margaret Atwood’un 1985’te yazdığı romanından TV dizisine uyarlanan “The Handmaid's Tale”i izlerken, olayları günümüzde yaşanıyormuş gibi derinden hissetmek... Herkes, son âna kadar başlarına gelene inanamıyor, kadınların çalışması kararnameyle yasaklandığında, “nasıl olabilir böyle bir şey” diyerek evlerine dönüyor, artık direnmeye karar verdiklerinde ise iş işten geçmiş oluyor. Önce her şeyin oyun gibi yaşanıyor olması, hayatlarının böylesine bir anda kökten değişmeyeceğinden emin olmaları, hakları için gösteri yaparlarken üzerlerine

ateş açılmasıyla sona eriyor.

Atwood’un eserindeki çarpıcı detaylardan biri, başlarına gelen şeylere inanmakta zorluk çeken, “biz bunları aşmamış mıydık, bu kadar aptalca ve zalimce nasıl davranılabilir” şaşkınlığı ve çaresizliği… Bir sabah uyandığınızda yeni bir kararname ile işinizden olabilir, mal varlığınıza el konulabilir, okuduğunuz gazete kapatılabilir, izlediğiniz TV programı yasaklanabilir, komşunuzun gözaltına alındığına tanık olabilirsiniz. Agamben’in “İstisna Hali” kitabında bahsettiği, hukukun devleti korumak adına askıya alınması ve bunun geçici bir durum olmaktan çıkarılıp bir yönetme biçimine dönüşmesi… Başvurabileceğiniz bir yargı kurumu, sesinizi duyurabileceğiniz basın ya da size sahip çıkacak bir sivil toplum örgütü olmaması, gerçek bir kâbus olsa gerek.

Atwood’un eserinde, yabancılaşmış bir toplum yaşantısının varabileceği akıl dışılık, temsili doğum sahnelerindeki gülünçlük ve linç ayinlerindeki dehşetle birlikte veriliyor.

Yabancılaşma, yapmak istemediğimiz şeyi gönüllü olarak yapmaksa ve bu bir yaşama biçimi olarak dayatılmış, bir norm olarak belirlenmişse, distopik bir gelecekten başka bir seçenek zaten yok.

Paul Valery’den bu yana en önemli modernizm eleştirilerinden biri, içsel hayatımızın ihmal edilmişliğiydi. Akıllı telefonlar sayesinde bir an bile kendisini yalnız hissetmeyen, ölesiye korktuğu yalnızlığın anlamını ya da önemini bilmeyenler… Hızlandırılmış bir çağda her yerde ve her şey olmak isteyen tüketime şartlandırılmış insanların, eninde sonunda depresyona girmesi kaçınılmaz. Depresyon, bu anlamda iyileştirici bir etkide bile bulunabilir, sürekli sahte neşe ve enerjinin pompalandığı, kendisini selfie çeker gibi sırıtmak zorunda hisseden insanların yaşadığı bir çağda.

Paul Ricoeur gibi filozofların zamanında uyardığı gibi, bütün bu yaşanan olumsuzlukların uygarlığımızdaki eksikliklerle -demokrasiden devlete, hukuktan ekonomik sisteme- ilişkisini görmeden çareler bulunamayacağı bu kadar açıkken hâlâ eskiyi özleyenler, sınıfları içinde eriten kitle kültürü karşısında çaresiz kalmaya mahkûmlar.

Deleuze, Proust üzerine yazarken şöyle der: “Hakikat, ancak bir karşılaşma ya da şiddetten doğar. Hakikati, somut bir durumdan dolayı karar verdiğimizde, bizi böylesi bir arayışa iten bir çeşit şiddete maruz kaldığımızda ararız.” Hakikat, önceden oluşmuş iyi niyetin bir ürünü değildir, bizi düşünmeye ve doğruyu aramaya zorlayan bir karşılaşmadır, bu karşılaşmadan dolayı düşüncede oluşan şiddettir.

Gerçekliğe, kirli bir şeymiş gibi sadece parmak ucuyla dokunmayı, vicdanlara seslenerek sızlanmayı ya da sürekli bir şeylerden şikâyet ederek öfkelenmeyi, hakikat arayışı sanmak… Distopya’ya doğru yol alan bir trende, kendi kendime sayıklıyorum.