1953
Bilimkurgu yazarı Ray Bradbury, tüm dünyaca tanınmasını sağlayacak ürkütücü distopya Fahrenheit 451’i yayımladı. Romanda insanların aklını karıştırıp mutsuz ettiği gerekçesiyle kitap okumanın ve bulundurmanın yasak olduğu, itfaiye adı verilen teşkilatın yakalanan kitapları yakmaktan başka işinin olmadığı bir gelecek anlatılıyordu. 233 santigrada denk düşen 451 fahrenheit değerindeki sıcaklık, o günlerde yaygın kullanılan kitap kağıdının yanma derecesiydi.
Romanı şekillendirirken Bradbury’nin aklında Berlin sokaklarında kitap yakan Nazilerle ilgili görüntülerin olduğuna şüphe yok. Ama 2 Mayıs 1953 tarihli The Nation’da yayımlanan ‘Yarından Sonraki Gün: Niçin Bilim-Kurgu’ başlıklı yazısında, anlatının temelinde daha çok Joseph McCarthy başkanlığındaki Amerika’ya Karşı Faaliyetleri Araştırma Komitesi’nin ABD’de estirdiği paranoyak terör rüzgarının bulunduğunu belirtiyordu: “Rüzgar doğru yönden estiğinde, Senatör McCarthy’nin nefesinde belli belirsiz bir gazyağı kokusu hissediliyor...”
Belki sadece bir avuç kitabın kaldığı bu dünyada iktidarın ölümcül baskısından kaçan ‘kitap insanları’ çözümü her bireyi bir kitaba dönüştürmekte buluyordu: Herkes bir kitabı eksiksiz biçimde ezberleyecek, gelecek nesillerin de ezberlemesini sağlayarak bu canlı basımları çoğaltacaktı. Madem kitap okumanıza izin vermiyorlar, öyleyse siz de kitap olun!

1966
Fransız yönetmen François Truffaut, Ray Bradbury’nin romanını beyazperdeye aktardı. Ortaya çıkan film en az kitap kadar etkileyici ve ürkütücüydü. Avrupa felsefesinin önemli merkezlerinden birinde, ‘53 ABD’sine göre nispeten özgür görünen bir ortamda yaşayıp üreten Truffaut’nun Fahrenheit 451’i uyarlaması çok anlamlıydı: Soğuk Savaş’ın, Kore Savaşı’nın, Vietnam’ın, dünyanın dört bir yanındaki (Suriye, Laos, İran, Irak, Brezilya…) CIA darbelerinin vs. ortasında ‘General’liğini hiçbir zaman terk etmeyen Charles de Gaulle’ün 1958’de cumhurbaşkanı seçildiği, 1959’da bir yandan Cezayir’de ne yapacağını düşünürken bir yandan da “Evet, dünyanın kaderine Avrupa karar verecek; Atlantik’ten Urallar’a kadar tüm Avrupa!” diyen ihtiyar şovenistin 1965’te yeniden seçildiği, atom bombası yapmak için çırpınan ve Mayıs 1968 işçi-öğrenci hareketleri sırasında orduyu gençlerin üstüne salmak için uğraşan bu muhafazakâr asker eskisinin Haziran 1968 erken seçimlerinde ezici bir çoğunlukla bir kez daha seçildiği bir ülkede, Seine Nehri kıyısındaki sahafların ortadan kalkacağı bir geleceği tahayyül etmek hiç de zor değildi.

2018
İran’dan göç etmiş bir ailenin çocuğu olarak ABD’de doğan Ramin Bahrani Ray Bradbury’nin romanını filmleştirdi.
Kitaptan epey uzaklaşmış, 1966 versiyonu kadar da çarpıcı olamayan bir film bu; ama bilginin ve bilgiye ulaşım yöntemlerinin daha önce olmadığı kadar bulanıklaştırıldığı, internette pek çok insanın belki distopyanın neyse ki ‘henüz’ gerçekleşmemiş olmasının da verdiği patolojik rahatlıkla artık ‘kitap yakma’yı değil de kitap kağıdının tutuşma derecesinin gerçekten 451 fahrenheit/233 santigrat olup olmadığını tartışabildiği bir dünyada, hâlâ güncel bir hikaye...
Bu distopik anlatı belli ki güncelliğini hiç yitirmeyecek, ama en çok TrumpRTEPutingiller’in Fransız Devrimi’nin ünlü jakobenlerinden Saint-Just’un 1792’de ‘terör dönemi’ni haklı çıkarmak için söylediği sözü gündelik gerçekliğimize dönüştürdüğü günümüz dünyasına yakışıyor galiba: “Hiç kimse suç işlemeden ülke yönetemez.”
Bu distopyanın gerçekliğimiz olması korkunç tabii, ama bu gerçekliği değiştirmek zorunda olduğumuzu bilerek yaşamak hâlâ heyecan verici!