Diyanet’i öfkelendiren neydi?

Tülin Ural / Öğretim Görevlisi Dr.

İnsan bu kamu spotlarını izlediğinde elbette şunu getiriyor ilk once aklına: Acaba o adam o telefonu bıraktığında ya da tüm aile sanal alemden çıkıp küçük kızla ilgilendiğinde ne yapacaklar; ne konuşacaklar; hakikaten de yapacak, konuşacak bir şeyleri var mı? Belki de adam, kredi kartı borçlarını kafaya takmamak için telefona gömülmüştür; belki kadın, adamdan çalışmak üzere ‘izin almak’ için getirmektedir kek ile çayı. Hem sonra (Sofra Sırları filmini hatırlayın mesela) o keke ne koyduğundan emin olabilir miyiz? Ya da o büyük ailede, üç çocuk idealini yakalamış sıcak yuvada, telefonlar, tabletler bırakılsa konuşulacak ilk şey, babanın iş kurmak peşinde borç batağına batıp sattığı ev olacaktır: Biraz kavgalı gürültülü bir konuşma olacağı muhakkak.

Belki de aile, bu kamu spotlarında ima edilen huzur yuvası değildir. Hepimizin bildiği; örneğin büyük aile yemeklerinde konuşmaların miras kavgalarına bağlanmasından bildiği (ki örnekler göz alabildiğine çoğaltılabilir); gün be gün tanığı olduğu bir başka milli sırrımız daha işte.

Belki de ailenin bir huzur yuvası olmaması, olamaması sadece borçlardan, miraslardan öte (yani tam da politik hamlelerle yaratılan neo-liberal piyasanın ve ailenin kadim yasalarının yarattığı sıkışmanın ötesinde), açığa çıkması Diyanet İşleri Başkanını bu kadar kızdıran bir durumdan kaynaklanmaktadır: Belki de kadını eve&erkeğe hizmet eden bir varlık olarak yansıtan, onun temel görevini burada gören erkek egemen bakış açısıdır aileyi bir huzur alanı olmaktan çıkartan.

Üstelik bu mesele, kadına ilişkin bu imaj, artık sadece bir huzur meselesi olmaktan da öte bir yaşam hakkı meselesine dönüşmüşken insan biraz daha fazla sorumluluk bekliyor bir kamu kurumundan: Unutmayalım kadınların gün be gün öldürüldüğü, çocuklarının gözleri önünde öldürüldüğü, ‘ölmek istemiyorum’ diye haykırırken öldürüldüğü bir ülkede oluyor tüm bunlar.

Elbette kadını böyle gören ve yansıtan yegâne kanal bu kamu spotları değil, çok daha köklü ve yaygın bir zihniyet bu. Ancak kamunun kaynakları harcanarak, basbayağı kanaat oluşturan bir devlet kurumundan bu mesaj yayıldığında işin rengi bir hayli değişiyor. Hal böyle olunca da kamunun, başta da kadına ilişkin olarak yaratılan bu imajdan birebir etkilenen kadınların, bu durum Diyanet İşleri Başkanı’nı çok kızdırsa dahi, bu mesele üzerine söz söyleme hakkı elbette doğuyor.

Bir de şunu sormadan da edemiyoruz: Türkiye bütçesinin aslan payına sahip bir kurum, nasıl oluyor da bu kadar önemli, netameli bir meselede (tam da o kapatılması talep edilen tabletlerde, telefonlarda her gün rengarenk, kıpır kıpır bir görsellikle karşılaşan insanların, bilhassa gençlerin, bu yavan senaryoya, bu sıkıcı görselliğe, bu berbat oyunculuğa çekilemeyecekleri bu kadar aşikar iken) biraz daha üzerine düşünülmüş ve kuşkusuz daha doğru dürüst araçlarla çekilmiş bir kamu spotu değil de bu garabeti çekti?

Ancak öne çıkan mesaj bu derece rahatsız edici, ortadaki iş de bu derece yavan iken dahi, getirilen eleştiriler Diyanet İşleri Başkanı’nı bir hayli kızdırdı. (Elbette bir Diyanet İşleri Başkanı’nın, bir din adamının bu kadar öfkeli bir üslûpla konuşması da çok rahatsız edici. Hele ki ‘medeniyet’ gibi, kibarlık, denetim gibi davranış kalıplarına dayanan büyük bir kavrama gönderme yaptığı bir konuşmada)

Peki neden bu derece öfkelendi acaba Diyanet İşleri Başkanı? Çünkü asıl derdi, ailenin hakiki durumunu anlamak, onun gerçek dertlerini çözmek, aileyi güçlendirmek dahi değildi; asıl derdi bu büyük sırrın bekçiliğini yapmaktı. Tam da bu nedenle ‘medeniyetimiz’den dem vurdu; ‘genel ahlâk yapımız’ da diyebilirdi. İşte burası çok önemli: Nasıl oluyor da hepimiz ‘bizim medeniyetimiz’, ‘genel ahlâk yapımız’ dendiğinde ne kast edildiğini anlayabiliyoruz? Üstelik içinde yaşadığımız gerçeklik bambaşka iken, kadınlar öldürülmekte iken, toplum kıpır kıpır başka kimlikler peşinde iken, aile de huzurlu falan değilken, nasıl oluyor da orada kast edilenin ne olduğunu hemencecik anlıyoruz. Tam da bu çerçevenin hegemonik gücünü gösteren bir şey bu anlamı şıp diye kavrayabilmemiz. Ve de hegemonik her şey gibi, bir iktidarın devamına, bir otoritenin tahkim edilmesine hizmet ediyor bu ‘medeniyet’ çerçevesi. Bu nedenle de aslında gerçeğin, içinde yaşadığımız, sıkıştığımız, debelendiğimiz hakiki sorunların üzerini örtmeye hizmet ediyor.

Diyanet İşleri Başkanı’nı bu derece kızdıran bu genel çerçevenin sarsılması işte. Tam da bu yüzden bu çerçeveyi eleştirenleri ‘aileyi yıkmaya çalışmak’la suçluyor (Sahi kim onlar? İçimizdeki bu isimsiz ve bedensiz hainler kim? Acaba onların da bir ailesi yok mudur mesela?) Yoksa o da (derdiniz aileyi korumaksa dahi) asıl söylenecek şeylerin çok daha başka sözler olduğunu, bu işin öyle kadınların kek servisi yapmasıyla falan hallolmayacağını pekâlâ biliyor. Fakat bunlar, meselenin belki de kadınları tahakküm altına alan ilişkilerin tahkim edilmesinden değil de güçlendirilmesinden geçtiğini söylemek mesela, sırların bekçiliğini yapmakla değil de hakikatlere sadık olmakla dile getirilebilir.

Ama sevinmemiz gerekir yine de, diyanet işleri başkanı bu derece kızıyorsa, ortak sırrımız vasıtasıyla korunan o cendereyi gevşeten, kemiren bir dip akıntısı başlamış demektir artık.