Burjuva siyasal iktidarları her şeyi yozlaştırmaktadır, kapitalizm çağında soysuzlaşmayan ne var ki laiklik bundan azade olsun. Herkes demokrasi, özgürlük, insan hak ve özgürlüklerinin kutsallığından bahsediyor, hukuk sistemlerinde yaldızlı ifadelerle yer veriyor ama pratik aksi yönde yol alıyor!

“Diyanet İşleri Başkanlığı laikliğe aykırıdır!”

YASİN DURAK

Laiklik söyleşileri dizimizde bu hafta sosyal bilimci ve yazar Hakan Mertcan ile Bitmeyen Kavga: Laiklik kitabı üzerinden konuştuk. Mertcan laiklik kavramını, doğuşunu ve bugününü anlattı ve Diyanet İşleri Başkanlığı’nın eşitliğe nasıl aykırı olduğundan söz etti.

Bitmeyen Kavga: Laiklik adlı çalışmanızda yalnızca Türkiye’de değil, aynı zamanda laik devlet olarak bilinen pek çok Avrupa ülkesindeki laiklik deneyimini gözden geçiriyor ve eleştiriyorsunuz. Burjuva toplumlardaki laikliğin bahsettiğiniz sorunlu geçmişinden hareketle, kapitalizme merbut burjuva devletlerin laikliği “ideal bir model” olmaktan öteye taşıyamadıkları, hatta kapitalizmin laikliğe eninde sonunda elvermediği çıkarımı yapılacak olsa, nasıl yorumlarsınız?

Bu sorunuz çok kıymetli. İşaret ettiğiniz bağlamda yani kapitalist üretim biçimi ve burjuva devletler bağlamında laiklik ve sekülerleşme deneyimlerini hem teorik hem de pratik bakımlardan daha fazla düşünüp tartışmak gerekiyor. Fakat şu da açık ki cevabı kolay bir soru değil bu, hele sınırlı cümlelerle... Burjuvazinin tarih sahnesine çıktığı, siyasi iktidarı elde ettiği aşamadan, bugün gelinen küresel kapitalizmin azgın aşamasına kadar her dönemi kapsayacak bir tespit mümkün olmadığı gibi, büyük genellemelerden de sakınmak gerekir. Kilise’nin egemenliğini kırmaya çalışan, uzun yıllar kanlı dinsel boğazlaşmaların yaşandığı topraklarda kendi hukukunu oluşturmaya çabalayan; rasyonel, aydınlanmacı bir dünya tasavvuruna sahip dinamik-yeni bir sınıfın bu modele ihtiyacı vardı. Bunun mücadelesini verdi, büyük başarılar da elde etti. Lakin şunu da akıldan çıkarmayalım, hukuk dünyasında deklare edilen allı-pullu prensipler, kâğıt üstünde durduğu gibi gerçek hayatın bedeni üzerinde durmayabiliyor.

Engels, gelişen burjuvazinin kurumlaşmış din ile çarpışmasının, doğrudan sınıf çıkarlarıyla ilgili bir zorunluluk olduğunu ve burjuvazinin, feodalizmin uluslararası büyük merkezi olan Roma Katolik Kilisesi’ne karşı, bilimsel gelişmelerle birlikte başkaldırdığını açıklamaktadır. Laikliğin belirginleşmesi buradan anlaşılabilir ve bu bağlamda geriye dönüp baktığımızda, Almanya’daki reform hareketleri, İngiltere’deki Calvinist öğretilerle yürüyen savaşlar ve kuşkusuz Büyük Fransız Devrimi karşımıza çıkar. 1789 Fransız Devrimi, feodalizme ölümcül bir darbe indirerek tarihte önemli bir sayfa açtı; böylelikle, burjuvazi kendi konumuna ilişkin yasal düzenlemeler yaratma gücüne sahip oldu. Dönemin kapitalist ilişkilerine uygun bir hukuki düzenleme olan Code Civil bunun örneğidir.

Din ve devletin ayrılığı konusunda zaman içinde hayati gelişmeler yaşandı. Bunlar görmezden gelinemez. Ama bir o kadar da dinin, kurumlardaki etkisi ya da burjuva devletlerin ihtiyaçları gereği yedeklenme, biçimlendirilme pratikleri ya da farklı coğrafyalar söz konusu olduğunda dini fundamentalizmin, silahlı dinci grupların, nasıl “ikiyüzlüce” ve rahatlıkla desteklendiği de ortada. Emperyal güçlerin desteklediği yüzlerce cihatçı grubun, 10 yılı aşkındır yıkıma sürüklediği Suriye’ye bakınız!

diyanet-isleri-baskanligi-laiklige-aykiridir-917990-1.
Hakan Mertcan

Biliyoruz ki burjuva siyasal iktidarları her şeyi yozlaştırmaktadır, kapitalizm çağında soysuzlaşmayan ne var ki laiklik bundan azade olsun. Herkes demokrasi, özgürlük, insan hak ve özgürlüklerinin kutsallığından bahsediyor, hukuk sistemlerinde yaldızlı ifadelerle yer veriyor ama pratik aksi yönde yol alıyor! Türkiye bu konuda eşsiz bir örnek değil. Görece demokratik bulunan kapitalist ülkelerde, konjonktüre bağlı olarak birçok temel ilkenin hızlıca tersine dönebileceğine dair bir fikrim var. Benim de yaşamakta olduğum Almanya’da, demokrasiden, hukuksal eşitlikten, geçmişle -faşizm deneyimiyle- yüzleşmeden çokça bahsedildiğini bilirsiniz, çeşitli çabalar konulmuştur da ama ben faşizmin bir yerden hızlıca hortlamasına şaşmayacak olanlardanım, AfD’ye (Almanya için Alternatif) bakınız. Ayrıca söz konusu olan, örneğin gerçek bir eşitlik olduğunda birçok demokrat-sol sıfatı taşıyan kesimin de sınıfta kaldığını görüyoruz. Slogan olarak algılanma pahasına şununla kapatmak istiyorum cevabımı, kapitalizm bünyesinde hiçbir şeyin bir hakikati, sahiciliği olamaz-kalmaz!

Fransa örneği üzerinde özellikle durmak istiyorum. Çünkü bugün pek çok düşünür laikliğin anavatanı olarak bilinen Fransa’da çok ciddi ihlaller olduğunun, hatta sizin de dikkat çektiğiniz gibi laikliğin saptırılmış bir mecazının özellikle azınlıklar üzerinde baskı kurmak amacıyla kullanıldığının farkında. Bu minvalde Türkiye’de de kimi sosyal demokratların model bellediği malum “Frankofon laiklik” yorumunun sorunlarını biraz açabilir misiniz?

Fransa’da laiklik bir ilke olarak 1946’da anayasal olarak ifade edilse de bu tarihten önce, 1905 ve 1907 yasalarında laik dediğimiz model hukuken oraya çıkmıştı. Bu yasalarla din ve devlet otoriteleri birbirinden ayrıldı. Din ile kurumsal ayrılığı gerçekleştiren devlet; artık kendi varlığını, devlet işlerini, tanrısal olan ile meşrulaştırmama gereğini ilan etmiş oluyordu. Bu oldukça önemli bir yenilikti. Tabii kendi içinde laiklik konusunda farklı anlayışlar, akımlar da barındırıyordu. Zaman içinde farklılaşan Fransa, yeni topluluklar, durumlar ve sorunlarla karşılaştı, kamuda türban-dinsel sembollerin kullanımı örneğinde olduğu gibi; bunlara çözümler üretmeye çalıştı, kırık dökük üretti veya kimi durumlarda üretemedi. Hülasa, Fransa’da laiklik, dini kurumsal olarak devlet bünyesinden uzak tutacak ama dinsel hakları güvence altına alacak aynı zamanda çoğulculuğu ve Cumhuriyet’in birliğini sağlayacak. Yani çatışmalarla beslenmiş bir toprakta uzlaşmanın fidanlarını yeşertecek, dinin baskıcı-yayılmacı eğilimlerine karşı gözü açık olup farklılıkların bir arada yaşama çabasını güçlendirecek; eh, meşakkatli iş... Kısaca, burada, tarihsel olarak laikliğin kurumsal dine karşı kavgası olmakla birlikte, Hıristiyanlıktan da önemli oranda beslenildiği ve bu bağlamda, diğer dinlere karşı yeterince açık olunamadığı, çoğulculuğun sağlanamadığı, ayrıca devletin yüce menfaatleri söz konusu olduğu zaman, laiklik uygulamalarında esneklikler gösterildiği vb. eleştiriler yapılmaktadır ama ben her şeye rağmen buradaki laiklik anlayışını önemseyenlerdenim.

diyanet-isleri-baskanligi-laiklige-aykiridir-917991-1.

Bizde, ifade ettiğiniz gibi Fransa’ya bir öykünme var, en azından retorik olarak! Lakin laiklik Fransa’daki halinden “biraz” farklı yorumlanmış: Bir yandan, din ve devlet işleri ayrılmalı denilirken, öte yandan bu “Müslüman toplum”da din denetim altında tutulmalı, diye düşünülmüş ve “devletin yüksek menfaatleri mucibince” devlet bünyesinde örgütlenmiş. Klasik Kemalist yaklaşımda ve erken dönem Cumhuriyet pratiğinde, laikliğin bir gereği olarak, -bence hatalı bir biçimde- dinin toplumsal önemi azaltılmaya çalışılmıştır; çok partili hayatla birlikte bu politikalarda farklılaşmalar meydana gelmiş, din kitleleri manipüle etmekte popülist bir araç olarak değerlendirilmiş; özellikle de 1970-1980’lerden itibaren din, devletin varlığını ve uygulamalarını meşrulaştırmanın etkin bir aracı olarak kullanılmaya başlanmış, bunun için belli bir dozda pohpohlanmıştır. Bu süreçte Türk-İslam Sentezi resmi ideolojinin bir parçası haline gelmiş ve bu çizginin bir devamı olarak siyasal İslam iktidar olabilme imkânlarına kavuşmuş, neticede de siyasal iktidara yerleşerek siyaseti, hukuku, toplumsal yaşamı ve özellikle vurgulayayım eğitim sistemini domine eder hale gelmiştir.

Önemli bir problem şudur; devletin baştan beri bir Türk-Sünni-Hanefi Müslüman kimliği var, son yıllarda bu İslami ton daha koyulaşmıştır. Azınlık toplulukların durumu hangi dönem iç açıcı olmuştur? Örneğin Aleviler bu ülkede hiçbir zaman kamusal olarak tanınmadılar ve -tıpkı Sünni-İslam kimliği dışındaki diğer topluluklar gibi- her dönem baskıya, ayrımcılığa maruz kaldılar. Hâlâ “Cemevi ibadet mekânı mıdır?” “Sazlı sözlü ibadet olur mu?” diye tartışılıyor, saçmalığa bakar mısınız? Alevilerin varlığını hiçbir zaman hazmedemeyen Diyanet İşleri Başkanlığı (DİB) şimdilerde Alevilerin inançlarına “sızıntı” yapmaya çalışıyor. Son günlerde Hacıbektaş’ta denenmek istenen Muharremiye etkinliği bunun sıcak bir örneği.

Çalışmanızda Diyanet İşleri Başkanlığı’na yönelik eleştirel bir irdeleme yer alıyor. Bu nedenle sözü uzatmadan sormak istiyorum: Gerçekten de laik olan bir ülkede böyle bir kurum olabilir mi? Neden?

Bizde Osmanlı İmparatorluğu’ndan devralınan bir gelenek var: Şeyhülislamlık ve dinin örgütlenmesi. Osmanlı’da dini teşkilat merkezi devlet aygıtı içerisindeydi ve devletin resmi ideolojisinin üretilmesinde, kitlelere taşınmasında önemli bir kurumdu. Türkiye Cumhuriyeti de şeyhülislamlık kurumunu törpüleyerek, önem ve etki alanını azaltarak kendi bünyesine alıyor. O zaman etkisi sınırlı, küçük bir idari yapı olan teşkilat, yıllar içerisinde kadrosu, bütçesi genişleyen ve muazzam olanaklara sahip bir kurum haline geliyor. Kurum şöyle dizayn edilmişti: Devlet, kitlelerin çoğunun benimsediği İslam’ı kullanarak kendi resmi ideolojisini yayacak; din, devletin ihtiyaçları doğrultusunda siyasi iktidarın denetimi altında kalacak. Erken dönemde, din-devlet ilişkilerinin yönü, devletten dine doğru kurgulandı ama çok partili dönemden sonra, özellikle siyasal İslam’ın güçlendiği evrelerde durum, dinden devlete doğru karşılıklı bir etkileşim ve güç kazanma olarak evirildi. Sünni İslam anlayışı üzerinden şekillenen DİB sahip olduğu büyük güç ve olanaklarla devlet içinde kendi kavgasını da yürütmektedir. Ceren Lord’un ifadesiyle “tarihsel ajandasını hayata geçirmek üzere bulunduğu koşullara uyum sağlayan” bir yapı olduğunu da gözden kaçırmamak gerekiyor.

DİB, farklı inanç ve düşünce biçimlerine yönelik negatif yargıları oluşturmakta/beslemekte, farklı inanç gruplarının ötekileştirilmesinin “entelektüel” malzemesini sunmaktadır. Kestirmeden ifade edeyim: DİB, varlığıyla laiklikle çelişen bir pozisyonda olmasının yanı sıra, yerine getirdiği görevler bakımından da laiklik ilkesine tamamen aykırı bir konumdadır. Yani, bir dinin belli bir mezhebinin (devlet tornasından geçen Sünni İslam’ın) tercih, tesis ve himaye edilmesi ile din ve devletin kurumsal ayrılığı ilkesi; yurttaşlar arasında dinsel ayrım yapılması ile eşitlik ilkesi; yurttaşlardan bir kısmının sahip olduğu inançlara karşı ötekileştirici ve hakaretamiz bir pratik izlenmesi dolayısıyla da din ve inanç özgürlüğü ihlal edilmektedir.

Size göre laik bir modelin hangi temel öğelere sahip olması gerekir?

Laikliği, din işleri ve devlet işlerinin ayrılığı olarak açıklamayı doğru bulmadığımı belirterek başlayayım: Laik bir devletten bahsedebilmek için şu öğeler bulunmalıdır:

a) Devletin, siyasal ve hukuksal yapısını dinsel/kutsal olan ile meşrulaştırmaması, başka bir biçimde söylersek, dinselin/kutsalın, devletin meşruluk temeli olmaktan çıkarılması,

b) devletin, dinsel kurumlaşmaya kendi içinde yer vermemesi ve bunun tamamlayıcısı olarak dinin de devletten bağımsız bir biçimde örgütlenmesine izin verilmesi,

c) devletin, dinler karşısında tarafsız bir konumda bulunması (bu hassas konuyu az sonra açacağım) ve/veya “devletin bir dini veya mezhebi tesis, tercih veya himaye etmemesi”, bütün dinlerin mensuplarına ve tabii ki dinsizlere, eşit muamelede bulunması,

d) resmi bir devlet dininin olmaması, dolayısıyla dini eğitim ve öğretimin zorunlu olmaması,

e) din, vicdan ve ibadet özgürlüğünün güvence altına alınmış olması.

Laikliğin özünde, dinsel olan her şeyle uzlaşmazlık görmek doğru değildir. Laikliğin karşı çıktığı şey, dinsellik/kutsallık değil, bunların eşitsiz ilişkiler yaratacak bir hak ölçütü, bir tahakküm aracı haline getirilmesidir. Tarafsızlık konusunda şunun özellikle vurgulanması gerekmektedir: Devletin dinsel inançlar karşısındaki tarafsızlığı, insan hak ve özgürlüklerini baskı altına almaya, ortadan kaldırmaya çalışan eğilimler karşısında, kesinlikle devletin pasif kalması anlamına gelmemektedir. Bir adım daha ileri giderek söylemek gerekirse, devletin gözü en fazla çoğunluk dininin üzerinde olmalıdır. Devlet, çoğunluk olmanın verdiği tarihsel ve güncel imkânlara ve güce sahip olan bu din karşısında teyakkuz halinde olmalıdır ki çoğunluğun dininin dışında yer alan dinsel gruplar korunabilsin ve muhtemel dinsel baskının önüne geçilebilsin.

Son söz: AKP, iktidar döneminde Türkiye’nin hukuksal, siyasal ve toplumsal düzeninde yapısal değişiklikler yarattı. Cumhuriyet deneyimi ile birlikte, ciddi sorunlar, zaaflar ve çelişkilerle de olsa “laiklik” doğrultusunda göz ardı edilemeyecek bazı siyasal ve hukuksal düzenlemeler yapılmış, kazanımlar elde edilmişti. Maalesef günümüzde laiklik tablosunun siyasal İslam’ın karanlığıyla çok daha kötü bir vaziyete geldiğini, eski döneme (Kemalist laiklik anlayışı ve uygulamalarına) görece eleştirel duran bazı insanların bile AKP’nin yarattığı tahribat dolayısıyla eski dönemi ehven-i şer kabul eder hale geldiğini gözlemlemekteyiz.