Güneydoğu Anadolu Bölgesi’nde yaşanan olağanüstü dönem bir miktar normalleşmeye başlamıştı.

Güneydoğu Anadolu Bölgesi’nde yaşanan olağanüstü dönem bir miktar normalleşmeye başlamıştı.  ODTÜ ağırlıklı bir akademisyen grubu olarak, 2001 yılında Başbakanlık GAP İdaresi’nin sorumluluğunda yürütülen “Köye Dönüş ve Rehabilitasyon Projesi’ni” üstlenmek üzere davet edildik.

Bu sayede, o güne kadar uzaktan ve sansürün izin verdiği ölçüde izlediğimiz bölge yaşamımızın bir parçası haline geldi. Gerçek dediğimiz şeyin her zaman saf haliyle sindirilemeyeceğini de böylece öğrenmiş olduk.

Başlarına tam ne geldiğini anlayamamış binlerce insan bir anda kendini, başta Diyarbakır olmak üzere, bölge kentlerinde bulmuştu. Kahve köşelerinde ve sığındıkları kötü koşullardaki gecekondularda yaptığımız görüşmelerde, anlatılan hikâye hep aynıydı; bir akşam vakti ya da sabahın erken saatlerinde kapılar çalınıp, birkaç saat içinde evlerini boşaltılmaları istenmiş, sonrasında da, her türlü kullanımı imkânsız kılmak için, bir kimyasal madde dökülerek evler yakılmıştı. Böylece binlerce insan, eşya ve hayvanlardan kurtarabildiklerini yanlarına alarak, yollara düşmüş; nereye gidileceğine bile, yolda karar verilmişti.

Onlar yaşadıklarını söze dökmenin zorluklarını yaşarken, bizler de benzer bir zorluğu söyleneni tahayyül etmekte çekiyorduk. Köylere yapılan ziyaretlerle birlikte, kötü tahayyüllerin yerini bu kez baş edilmesi mümkün olmayan vahşi gerçeklik aldı. Kötülükle özdeşleşen bu gerçeklikle baş edebilmeye yönelik olarak, doktorların yaptığı gibi, olayı teknikleştirme ve duyarsızlaşma çabalarımız sonuçsuz kalıyordu; yıkıntılar arasında direnen bir oyuncak, yan yatmış kapının üzerindeki paslanmış bir anahtar görüntüsüyle birlikte, gerilere ittiğiniz gerçeklik dönüp, acımasızca kendini hatırlatıyordu.

Böylece, kısa bir süre içinde “geri dönüşü” ve “rehabilitasyonu” mümkün olmayan bir durumla karşı karşıya olduğumuzu anlamış olduk. Nitekim proje bitirildiğinde, hazırlanan raporlar raflara, bizler de üniversitelerimize döndük. Asıl dönmesi gereken binlerce zorunlu göç mağduruysa, başta Diyarbakır olmak üzere, büyük kentlerin giderek görünmez hale gelen mahallelerinde kaldı.

Kısa bir süre sonra, Diyarbakır Büyükşehir Belediyesi Diyarbakır kentinin planlama sürecini yönlendirmek üzere çağrıda bulunduğunda, çevremden yükselen “iyi düşündün mü” uyarılarına kulak tıkayarak, yapılan teklifi kabul ettim. Üç yıl sürecek bu zorlu görevi kabul edişimin ana nedeni geriye dönüşlerini sağlamada başarısız kaldığımız bu geniş mağdur kesimden kendimce “özür dileme” ve onlara yönelik kırda yapamadığımızı Diyarbakır kentinde yapabilme arayışıydı.

Yakın geçmişimdeki bu deneyimi hatırlamama CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’nun Diyarbakır’da bölge halkından geçmişin başarısızlığı nedeniyle özür dilemesi neden oldu. Bu gecikmiş, ancak alçak gönüllü davranışın ardından Kılıçdaroğlu Diyarbakır’ı bölgenin Paris’i yapma sözü verdi. Bu benzetmenin arkasında bölgeye verilecek önemi vurgulama kaygısı olsa da, Paris benzetmesi beni bu kez Diyarbakır planlama sürecine götürdü.

Planlama sürecinin başında, Belediye üst yönetimiyle planlama yaklaşımını tartışmak üzere bir toplantı düzenlemiştik. Toplantıda yaptığım sunum üst yönetime sorulan şu soruyla bitti; “bütün bu süreçte, Ankara, İstanbul, İzmir de ne varsa biz onu istiyoruz mu diyeceksiniz, yoksa Diyarbakır’ın kendi sorunlarından yola çıkan özgün bir planlama deneyiminin peşine mi düşeceğiz”. Bu soru bir anda salonda bir sessizliğe, arkasından bir ara verilmesine ve üst yönetimin Başkan Vekili’nin odasında küçük bir toplantı yapmasına neden oldu.

Belediye üst yönetimi toplantı salonuna döndüğünde, Belediye Başkanı tartışmaya yer bırakmayan bir açıklama yaptı; “bizler sadece, Ankara, İstanbul, İzmir’de ne varsa onu değil, aynı zamanda onun ötesine geçip, Paris’te, Londra’da iyi ne varsa onu da istiyoruz. Diyarbakır’ın en iyilere layık olduğuna inanıyoruz.”

Yukarıda sorduğum soruya verdiğimiz farklı yanıtlar planlama sürecinin devam ettiği üç yıl boyunca belediye üst yönetimiyle aramda bir ayrışma çizgisi olarak kaldı. Ben planlama sürecinde çeperden merkeze doğru gelmek istedim. Belediye yönetimi merkezden çepere gitmeyi yeğledi. Çeperden başlamak istedim, çünkü bir kentleşme uzmanı olarak bir şeyi iyi öğrenmiştim; merkezden başlayıp, meydanlar, tramvay hatları, cadde iyileştirmeleri, parke taşlarıyla uğraşırken, bir türlü dış mahallelere, çepere, gecekonduya sıra gelmiyordu. Dahası, bütün süreç merkezin mantığının parçası haline geliyordu.

Paris, Londra, İstanbul, Ankara ya da Diyarbakır; bu kuralın değiştiğini hiç görmedim. O yüzden bu tür kentlerin içinde, hep iki ayrı kent varlığını korumuştur. Nitekim tam da bu nedenle, kendilerine bir türlü sıra gelmeyen “öteki” Paris’in dışlanmış, işsizlik ve yalıtılmışlıkla yoğrulmuş banliyöleri, yukarıda sözünü ettiğim toplantıdan kısa bir süre sonra, 2005 yılında ayaklanıp, kendilerini dışlayan Paris’in merkezi bölgelerini birbirine katıp, ateşe verdiler.

Diyarbakır’a gelince; TOKİ, Diyarbakır Valiliği, Diyarbakır Büyükşehir Belediyesi ve Sur Belediyeleri 2009 yılında, nüfusunun dikkate değer bir bölümünü zorunlu göçle gelenlerin oluşturduğu Sur Belediyesi sınırlarındaki Alipaşa ve Lalebey mahallelerinde bulunan gecekonduların tasfiyesi amacıyla bir protokol imzaladı. Arkitera Dergisi bu alanlarda yaşayanların önündeki tercihi şöyle özetliyor;  “protokol uyarınca, bölgede yaşayan vatandaşlar, isterlerse mülkiyetlerinde bulunan taşınmazların bedelini nakit olarak alabilecek veya isterlerse TOKİ'nin Çölgüzeli mevkiinde yaptıracağı konutlardan edinebilecek”.

Diğer bir anlatımla, bir bölümü zorunlu göç mağduru bu insanlar, kentin kilometrelerce dışında, çalışma alanlarından oldukça uzaktaki Çölgüzeli bölgesine gitmek için, bir kez daha yola düşecekler. Anlaşılan o ki; niyetiniz ne kadar iyi olursa olsun, kentin merkezinden başlayıp, çepere gitmeyi seçince, merkezden çepere giden bir tek kentin istenmeyen güçsüz kesimleri oluyor! Dışlanmışlığın görünmez mahalleleri, banliyöleri, gettoları, gecekonduları böyle oluşuyor.

Bölgenin bu istenmeyen insanlarının önce kıra dönmelerine, sonra kentte yerleşmelerine katkı yapmakta başarısız olmuş bir kentleşme uzmanı olarak, söz konusu kesimlere yönelik mahcubiyetim çerçevesinde, suskunluğumu bozmak ihtiyacı duydum; Diyarbakır Paris olmasın!