Doğa yasaları kapitalin hırsından büyüktür

Doğayla ilişkiyi mücadeleye dönüştürdüğü gün insan, olup biten her türden felaketin sorumluluğunu, suçunu, günahını doğaya yükleme kurnazlığını da öğrendi. O nedenle “doğal afet” tanımını icat etti. Oysa insanın afet dediği doğanın doğal yaşamı, yaşam tarzıdır. İnsanların olup biten felaketlerden kendi sorumluluğunu gizlemek için bulduğu sahtekârlığın adıdır doğal felaket. Doğal felaket diye bir şey yoktur. Bakın nasıl tarif ediyorlar afetleri: “Afet; insanlar için fiziksel, ekonomik ve sosyal kayıplar doğuran, insanın normal yaşantısını ve eylemlerini durduracak veya kesintiye uğratacak, imkânların yetersiz kaldığı olaylara verilen genel bir isimdir. Büyük oranda veya tamamen insanların kontrolü dışında gerçekleşen afetler, kitlesel bir can ve mal kaybına neden olur.” Yalan buradan başlıyor, afetler insanların kontrolü dışında gerçeklemez, insanların kâr hırsı nedeniyle almaya yanaşmadığı önlemler nedeniyle can alır. Ormanlar onun için yanar, seller onun için kentleri kasabaları köyleri alır götürür, depremler o nedenle evleri yıkar, insanları yıkıntılar altında bırakır. Modernitenin ürünü diye pazarlanan nükleer santraller o nedenle insanları öldürür ve yıllar boyu öldürmeyi sürdürür.

İnsana düşen, nasıl ayağa kalkmayı öğrendiyse doğanın sunduklarını har vurup harman savurmak yerine onun yaşam tarzıyla nasıl birlikte yaşayabileceğini öğrenmekti. Başlangıçta insan doğanın yaşam tarzını kavrayamadığı için sellerin önünde sürüklendiğinde, denizin azgın dalgalarına yenildiğinde, ormanlar yanarken kaçmaktan başka çare bulamadığında bu felaketlerin tanrının gazabı olduğunu hükmetti. Kurbanlarla tanrıları yatıştırmak için çocuklarını ölüme gönderirken her nasılsa erectus'tan sapiens'e dönüşmenin evrimi içinde doğanın nimetlerini keşfetti. Doğayla ilişkiyi de mücadeleye dönüştürdü; nimetlerini talan etmeye koyuldu.

DOĞA BİZİ CİDDİYE ALMADIĞINDA…

Öylesine büyük bir kibrin tuzağına düştü ki insan, doğanın bir parçası olduğunu unuttu; dağlara taşlara, ateşe, suya, toprağın altına ve üstüne hâkim, hepsinin efendisi olabileceğine inandı. Tersi doğruydu oysa. Vakti zamanında Engels “Artık anlamalıyız ki; bizler hiçbir zaman doğaya egemen olmak gibi bir çaba içinde olmamalıyız; tersine etimiz, kanımız ve beynimizle ondan bir parça ve onun tam ortasında olduğumuzun bilinciyle davranmalıyız. İnsan olarak doğa üzerinde kurduğumuz egemenlik, onun yasalarını tanıma ve doğru olarak uygulayabilme üstünlüğüne sahip olabilmemizden öteye gitmemelidir. Hele varoluşumuzun ilk koşulu olan suyu ve toprağı bir alışveriş nesnesi yapmak, insanın kendisini bir alışveriş nesnesi yapmaya doğru atılmış bir adımdır. Su ve toprağın alınır, satılır bir mal hâline getirilerek bir azınlığın tekeline alınması ve geri kalanların dışlanması ahlâksızlıktan başka bir şey doğurmaz” diye yazmıştı Doğa’nın Diyalektiği’nde…

Ama insanlar doğanın yaşam tarzına hâkim olabileceklerini düşündükleri için ellerine geçen her fırsatta afetlerin yakıcılığını, yıkıcılığını artırmak pahasına onları yine doğanın özelliklerini kullanarak önlemek yerine hâkim olamayacakları felaketlerin kaynağı oldular. İnsan her keşfinde her icadında iyiliğin doğaya ve insan doğasına uygun olanın değil, kötülüğün peşine düştü. Atomu keşfettiğinde ondaki muazzam doğal gücü bombaya, insanlar da içinde canlıları yıllara yayılan bir kötülüğün kaynağı olan nükleer santrallere, Çernobil’i, Fukuşima’yı hatırlıyor musunuz, dönüştürdü.

İlk çağlarda her nasılsa mülk edindiği topraklara egemen olma onları genişletme kaygısıyla toprakların öteki parçalarındaki mülk sahipleriyle kanlı savaşlara girişen insan, esir aldıklarını, uzak diyarlardan taşıdıklarını yani doğanın bir parçası olanları, köle yani insan olmayan olarak tanımlayarak da doğaya ihanet etti. Ama onun en büyük ve gittikçe vahşileşen icadı, Marx’ın Kapital’de Shakespeare’den aktardığı gibi “Altın sarı pırıl pırıl kıymetli altın, bunun bu kadarı karayı ak, çirkini güzel, eğriyi doğru, alçağı yüksek, ihtiyarı genç, korkağı yiğit eder” dediği altınla yani parayla piyasada boy gösteren sömürüdür.

Burada duruyor ve egemenlerin doğayla mücadele ona hâkim olma çabası karşısında sömürülenlerin doğayla birlikte onunla barışık olmaları gerektiğini doğal olanın bu olduğunu söylemek istiyoruz. Ve her zaman yinelemek gerekir ki, doğal afet diye bir şey olmaz. Hiçbirisinde doğanın kabahati suçu günahı yoktur. Suç da günah da doğayla barışık yaşamayı öğrenmek bir yana ona egemen olmak gibi beyhude bir çabanın içine giren insanındır. İnsanlığın henüz bilgiyi derinleştiremediği zamanlarda hurafeye teslim olan sistemin kölesi insan artık hurafeyi de aklınca modernleştirdi. Çünkü her geçen gün biraz daha büyüyen kâr hırsıyla doğayı tahrip ettikleri ortaya çıkınca çıldırıyorlar.

AFET DOĞADAN İNSANIN HİÇBİR SUÇU YOK!

Sözcüklere bakın, afetleri nasıl sınıflandırdıklarına dikkat edin, hep insanı bir kenara çekmeye, olayın dışında tutmaya çabalarlar. Şöyle anlatırlar: Afetler efendim, doğal afetler, beşeri-insan kaynaklı olanlar ve teknoloji kaynaklılar olarak üçe ayrılır. Doğal afetler doğanın kendi davranışlarından kaynaklanır; sayıyoruz: Depremler, sel ve su taşkınları, toprak kaymaları, heyelan, çığ, fırtına, hortum ve kasırgalar, yanardağ patlamaları ve efendim yangınlar. Peki, insan kaynaklı afetler neler acaba? Onu da aktarıyoruz: Yangınlar, orman yangınlara, salgın hastalıklar, taşımacılık ve ulaşım kazaları. Bu kadar kısadır insanın suç ya da kabahat hanesine yazılanlar. Başka bir de efendim teknoloji kaynaklı afetler vardır ki, neden insan kaynaklı afetler arasında sayılmadıklarını anlamanız zordur. Şöyle sıralanır onlar da: Nükleer, biyolojik ve kimyasal kazalar, endüstriyel kazalar, hava kirliliği, asit yağmurları, ozan tabakasının delinmesi, su kirliliği, toprak kirliliği. Sorun bakalım bu üç kategoride de insanlarla ilişkisi olmayan bir afet var mı? Demek ki insanın suçu günahı azmış ama doğa bu yalanı yutuyor mu?

Doğanın bu saldırıya karşılığı da aynı ölçüde şiddetli oluyor. Buna karşın burjuvalar, kapitalistler, tekeller saldırmayı sürdürüyorlar. Aslında kapitalizmin kendi doğası doğa ile iflah olmaz bir çelişkinin gittikçe keskinleştiğini kapitalizmin kendinden vazgeçemeyeceğini ve kendisiyle birlikte tüm insanlığı felaketin kucağına sürüklediğini görüyoruz artık. Çareyi de biliyoruz. Eğer kapitalizm doğa ile uyumlu olamayacak bir sistem olduğunu sürekli her gün biraz daha vahim adımlar atarak kanıtlıyorsa, doğayı ve insanı kurtarmak ancak bu sistemden kurtulmakla mümkün olmaz mı? Her geçen gün insanı insanlıktan çıkaran acı ve çıplak gerçek bu ise bir an önce iş işten geçmeden, doğanın öfkesini dindirmek için insanın öfkesini bu iflah olmaz sisteme yöneltmekten başka çare var mı?

***

Şu son bir kaç ayda yaşadıklarımıza bakın; ormanlarımız kül oldu, sellerle başlayan felaketler zinciri şimdi yine can alan olağanüstü sellerle sürüyor. Beceriksizlik vurdum duymazlıkla, rant ekonomisinin ahlaksızlığı ile birleşti. İnsan doğa ile barışık yaşamayı ya da onunla savaşmayı kendisinden başlatabilir? Sonra bu bilinçle çoğaltabilir, örgütlenebilir, gerçeğin yaygınlaşmasını sağlayabilir, önündeki engeli oradan kaldırabilir. Bizim ülkemiz bu doğa sistem çelişkisinin en koyu en vahim yaşandığı ülkelerden birisidir. Burada uzun uzun anlatmaya gerek kalmadı, çünkü çukur büyüdükçe o çukurdan çıkmak isteyenlerin itirafları gerçekleri gün yüzüne çıkardı. Şimdi bütün mesele şu son günlerde doğanın acı bir şekilde hatırlattığı gerçeği nihayet görmektir.