Yağmurlu bir gün. Balıkçılar kahvesinde her zamanki gibi oturmuş sohbet ediyoruz. Pencereden yağmuru ve denizi izliyoruz bir yandan. Kimse seçimler hakkında konuşmak istemiyor, kazananlar da, kaybedenler de… Adil olmayan şartlarda gerçekleşmiş bir seçimin ardından, kafalar öylesine karışık ki… Toplumu bölen kamplaşmanın öyle kolay kolay aşılamayacağı ortada. Kocaman bir belirsizlik uzuyor önümüzde, ortak akıldan uzaklaştıkça…

Otonom’dan çıkan “İmgesel Bedenler” adlı kitapta Moira Gatens’ın Spinoza ve devlet hakkında yazdıklarını yeniden okumuştum. Artan şiddet olayları ve bu olaylara halkın gösterdiği tepkilere dair düşünmek için önemli bilgiler vardı kitapta. Bütün bu yaşananları devlet ve hukuk arasındaki ilişki üzerinden düşünmek çarpıcıydı. Şöyle diyordu Spinoza: “Yönetimin amacı hükmetmek, insanlara korku salarak onları avucunun içinde tutmak ve bir başkasının hakkına tabi kılmak değildir. Tersine devletin nihai amacı, elden geldiğince güvenlik altında yaşayabilmesi için, her insanı korkudan kurtarmaktır. Bir başka deyişle, devlet, onun var olma ve hem kendisine, hem bir başkasına zarar vermeden davranma tabi hakkını mümkün olan en iyi biçimde korur. Devletin amacı insanları akıllı varlıklardan hayvanlara ya da otomatlara dönüştürmek değildir. Tersine bu amaç, zihinsel ve bedensel işlevlerini güvenlik içinde yerine getirmelerinden ibarettir… Bu özgür aklı kullanmalarından başka bir şey değildir. Demek ki devletin gerçek amacı özgürlüktür.”

Devletin amacı “insanı korkudan kurtarmak ve özgürlük” deyince, var olan bütün devlet modelleri dışında bir şey söylemiş oluyor Spinoza. Bu açıdan “itaat” ve “bilgi” birbirinin karşıtı olarak yer alıyor; korkuya dayalı insan birliği yerine, akıl sahibi insanların bir aradalığından oluşan bir toplum… Devlet denilince de karşımıza çıkan en önemli kavram ise yasa… Spinoza, “emir” ile “yasa”yı birbirinden ayırıyor. Büyük kafa karışıklarının ve insanların yaşadığı sefaletin nedeni olarak da, “doğal yasa”nın sıklıkla “emir” ya da “hüküm” olarak tanımlanmasından kaynaklandığını öne sürüyor, ebedi hakikatten uzaklaşıldığı için. Spinoza’ya göre “doğal yasa” ile “sivil yasa” birbiriyle uyumlu olmak zorunda. Doğal yasaya göre özgürlük, “durumumuzu anlama ve bu anlama temelinde gücümüzü ve neşemizi en yüksek derecesine çıkarmak için eyleme özgürlüğümüz” anlamına gelir.

Durumumuzu yeterince anlayabiliyor muyuz, anlıyorlar mı? Gazeteler, kitaplar, durumumuzu anlamamıza yarıyor mu; siyaset, bu anlama temelinde gücümüzü ve neşemizi en yüksek derecesine çıkarabileceğimiz eyleme özgürlürlüğüne izin veriyor mu? Spinoza’nın dediği gibi, bütün kafa karışıklığımız ve sefaletimiz bu yüzden değil mi?

Daha çok yolumuz var, yola çıktığımız bile şüpheli. İnişler çıkışlarla dolu bir hayat… Gözlerimi kapayıp yağmuru dinliyorum. Javier Marias’ın “Acı Bir Başlangıç Bu” romanında yazdığı gibi, gerçekte herkes kendi derdinde olduğu için mi bütün bunlar oluyordu, hakikat umursanmıyordu? Herkes kendi intikamının ya da kendi yaşadıklarının telafisinin mi peşindeydi? Marias, gerçekte herkesin kendisinden nefret ettiğini de söylüyordu, bencillik dediğimiz şeyin böylesi bir nefretten kaynaklandığını. Arno Gruen’in kitaplarında bahsettiği, boyun eğmenin nasıl bir kendilik nefretine dönüşebildiğine dair örnekleri düşündüm, itaat ile nefret arasındaki ilişkiyi…

Yağmurun sesi birden kesilince gözlerimi açtım. Balıkçılar çoktan gitmişti, kahve boştu. Hayat, devam ediyordu. Umut, yaşamak için muhtaç olduğumuz bir hastalık olmalıydı, çünkü düşündüğüm şeylere aldırmaksızın içimde bir neşe beliriyordu, bulutların ardından gözüken güneşe baktıkça.