Sağlık sistemleri yüzde yüz kâr üzerine kurulu halde. Zihniyet, en kısa yoldan en çok kârı elde etmek üzerine kurulu; halk sağlığını maksimize etme üzerine değil

Doğanın bir tokadı olarak koronavirüs

Koronavirüs ile ilgili komplolar ve sahte iddialar her küresel olayda olduğu gibi almış başını gidiyor. Bugüne kadar çekilmiş 50.000 civarındaki Hollywood filminde veya bugüne kadar yazılmış yüz binlerce bilimkurgu kitabında bulunması kaçınılmaz olan bazı yüzeysel benzerliklerden yola çıkarak, komplo teorileri yazıp da sosyal medyada ün kazanmaya çalışan birçok isim var.

Aslına bakarsanız internetteki hava, yeni bir virüs hayatlarımıza sanki ilk defa girmiş izlenimi veriyor. Sanırım insanlar tüm hastalıkların belli bir noktada buna benzer şekilde başlayıp yayıldığından bihaberler. Daha önce aşı karşıtlığı ile ilgili yazılarımda, aşılar sayesinde yok ettiğimiz feci hastalıkları unutan insanların komplolara ne kolay kandıklarından söz etmiştim. Bu da onun bir benzeri: Epidemiyoloji (salgın bilim), viroloji veya genel biyoloji tarihi hakkında bilgisi olmayan kişiler, hayal gücü ve fantezinin kurbanı oluyorlar.

NE İLK NE DE SON

Ancak SARS-CoV-2 adı verilen bu yeni koronavirüs hayatımıza giren ne ilk virüs ne de son olacak. Örneğin HIV, ilk olarak 1920’lerde şempanzelerden insanlara bulaşmış bir virüs. Daha aşina olduğumuz bir diğer virüs olan influenzanın (grip virüsünün) ilk olarak 1580 yılında Asya’da başladığı ve sonrasında zamanla küresel bir salgına dönüştüğü tahmin ediliyor. Bu ilk grip pandemiğinin kaç can aldığı tam olarak bilinmese de sadece Roma’da bile 8 bin insanın öldüğüne dair kayıtlara mevcut. Sonrasında, 1729 yılında ikinci grip salgını Rusya’da başlıyor ve 6 ayda tüm Avrupa’ya yayılıyor. Üçüncü pandemik 1781’de Çin’de başlayıp Rusya’ya yayıldı, sonraki 1830-1833 yılları arasında yaşandı, sonrasındaysa hemen her yıl çeşitli büyüklüklerde salgınlar Dünya’da görüldü. Günümüzde ise grip, sezonluk bir salgın olarak gelip gitmekte ve her yıl yüz binlerce cana kıymaktadır. Ama grip virüsünün (influenzanın) 1500’lerde bir “laboratuvar deneyi” veya “Roma İmparatorluğu ekonomisine darbe amaçlı” üretildiğini kimse düşünmüyordur herhalde?

SARS-CoV-2 de, tıpkı grip gibi, bir laboratuvar deneyi falan değil. Doğanın bize vurduğu bir tokat. Ve bu tokadın tüm şiddetini henüz hissetmiş değiliz. Bu virüse bir “tokat” diyorum, çünkü insanlık olarak temel yaşam pratiklerimizin bir ürünü olarak doğuyor. İzah edeyim.

Kökenden başlayalım. İnsanlar olarak, halen bazı temel bilimsel gerçekleri öğrenebilmiş değiliz. Örneğin bu virüs, gökten zembille inmedi. Betakoronavirüs ailesi içinde evrimleşen virüslerden birisi. Eğer evrimleşmeseydi, bize asla bulaşamayacaktı. Ama halkın evrim algısına bakıyoruz, halen Senin deden maymun olabilir, benimki insandı. düzeyinde bir algı var. Evrimin neden önemli olduğuna dair doğru düzgün bir eğitim yok; ülkemizde evrime yönelik araştırmalara yeterli kaynak ayrılmıyor. Halbuki evrimin tüm mekanizmalarını çözebilirsek, bu mekanizmaları engelleyebilecek, öngörebilecek veya yönlendirebilecek teknolojiler geliştirebiliriz. Ama daha maymun meselesini aşamıyoruz.

GELİR EŞİTSİZLİĞİN GETİRİSİ

İkincisi, Dünya’ya bakıyoruz ve halen muazzam bir gelir ve fırsat eşitsizliği görüyoruz. O Hollywood filmlerinin ve bilimkurgu kitaplarının bu tarz salgınları öngörebilmesinin nedeni, bu eşitsizliklerin asırlara yayılıyor olması. Çoğu senarist ve yazar kâhin değiller, iyi birer gözlemciler: Fakirliğin, eğitimsizliğin, hayatta kalma mücadelesinin yoğun olduğu yerlerde, hijyen ve sağlık hizmetleri de zayıf oluyor. Buna bağlı olarak patojenler bu bölgelerde daha kolay yayılıp, yaşam döngülerini daha hızlı tamamlayıp, daha hızlı evrimleşebiliyorlar. Zaten sömürü ülkelerince, diğer ülkelerdeki gelir ve fırsat eşitsizliğinin giderek artan bir hızda “ulusal güvenlik problemi” olarak görülmesi de bundan. Sömürülen ülkelerde ve fakir coğrafyalarda sadece terör gibi “kültürel patojenler” daha hızlı yayılmakla kalmıyor; biyolojik patojenler de daha kolay yayılıyor ve refah düzeyi yüksek ülkelerin “rahatını bozma” potansiyeline sahip oluyor.

Tabii ki kültürün diğer etmenleri de göz ardı edilemez. Sahtebilime daha fazla aldanmaya meyilli olan ülkelerde “egzotik” hayvanların tüketimi daha yoğun oluyor. Bu da yeni virüslerin insanlarla temasa geçme ihtimalini artırıyor. Elbette başkalarının kültürünü kendimizinkine göre yargılamak hata olur; ancak patojenlerin bulaşma mekanizmaları, kültürden bağımsız gerçekler. Eğer gıda üretimi, satışı ve tüketimi belirli yüksek standartları takip etmezse, yepyeni salgınlar da kaçınılmaz olacaktır. Yoksul ve bitkin ülkeler (veya ülkelerin yoksul ve bitkin kesimleri) bu tarz uygulamaları önemseyemediği için, tüm Dünya’yı tehdit eden sorunlar baş gösteriyor.

Ama sorun sadece fakir ve eğitimsiz ülkelerde değil. Zengin ve güya eğitimli ülkeler de doğanın bize vurduğu tokadı şiddetlendiriyor. Sadece iklim krizi gibi felaketlerden söz etmiyorum. Bu ülkelerin yaptığı, sadece ekolojik dengeleri alt üst etmek veya sömürüyü sürdürme yoluyla Dünya’nın geri kalanını fakir ve eğitimsiz bırakmak değil. Aynı zamanda aşırı hırslı kazanç politikalarının bir uzantısı olarak, kendi vatandaşlarına da ihtiyaç duydukları nefes alma alanını yaratmıyorlar!

KÂR ÜZERİNE KURULU SAĞLIK SİSTEMİ

Örneğin ABD şu anda büyük bir panikle salgına hazırlanıyor; çünkü sağlık sistemleri yüzde yüz kâr üzerine kurulu halde. Zihniyet, en kısa yoldan en çok kârı elde etmek üzerine kurulu; halk sağlığını maksimize etme üzerine değil. Bu da, sağlık ve sigorta sistemlerinin akıl almaz derecede pahalı olmasına neden oluyor. Bu nedenle insanlar, kendi kendilerine uydurdukları yöntemlerle kendilerini tedavi etmeye çalışıyorlar. Böylesi sinsi bir virüs için bunun ne kadar tehlikeli olduğu ortada.

Ayrıca nadir bulunan virüslere yönelik aşılar ve ilaçlar üretmek, bunları durmaksızın güncelleyip yeniden dağıtmak yeterince kârlı bir iş değil; dolayısıyla içinde bulunduğumuz sistem bizi bu tarz uzun dönemli önlemlere teşvik etmiyor. Sadece kısa dönemli kârlara odaklanmamıza sebep oluyor.

Tabii işin bir de sosyal ayağı var: Amerika’da firmaların ezici çoğunluğu maaşlı izin vermiyor. Bu da insanların hasta olsalar bile iş yerlerine gitmelerine neden olacak. Bunun da nasıl bir felakete sebep olacağını düşünebilirsiniz.

VİRÜS İÇİN ELVERİŞLİ ORTAM

İş burada bitmiyor. Makinalaşma ve teknolojik atılımlarla kavuşacağımız vaat edilen daha kısa çalışma saatleri/günleri, daha stressiz bir hayat, kendimize daha çok vakit ayırabilme gibi vaatlerin hiçbiri gerçekleşmedi. İnsanlar ayın sonunu getirebilmek için daha çok çalışıyor ve daha yorgunlar, bu da hastalıkların önünü açıyor. Daha geniş bir kitle, varlığın daha azını elinde tuttukça (eşitsizlikler arttıkça), bu şekilde yaşayan insanların sayısı artıyor. Fakirlik, yorgunluk, hijyen noksanlığı, insanların sağlıklarını umursayacak kadar enerjiyi bulamaması gibi faktörler, bir virüsün yayılabilmesi için harika ortamlar hazırlıyor!

“Bize ne Amerika’dan!” diyebilirsiniz. Demeyin. Sağlık gibi hizmetler temel hak olarak görülmezse ve ücretsiz (veya buna yakın bir şekilde) tüm vatandaşlara sağlanmazsa, daha fenası kâr amaçlı bir sektör olarak görülürse ve bu da sağlık hizmetlerini aşırı pahalı hale getirirse, her ülke aynı tuzağa er ya da geç düşecektir. Diğer ülkelerde halihazırda denenmiş ve felaket sonuçları görülmüş uygulamalar, hatalardan ders almayı bilmeyen diğer ülkelerde de benzer şekilde sonuçlanacaktır. Türkiye de bu durumdan muaf değildir. Bu uyarılar ne kadar erken yapılırsa ve hazırlıklarımızı ne kadar erken yaparsak, gelecekte bu tür problemlerden o kadar az çekeriz.

Çünkü unutmayın: SARS-CoV-2 ne ilk yeni virüs salgını” ne de son olacak Ve bu bir kehanet değil.