İnsanın denizle, efsanelerle, tarihle ve yaşadığı toprakla münasebetinin para kazanma hırsı uğruna nasıl paramparça edildiğini anlatan Ahmet Büke, parmak sallamadan da felaket anlatılarıyla insanın ödünü koparmadan da bu konunun tartışılabileceğini gösteriyor.

Doğayı sömürme hadsizliğine karşı güçlü bir avaz

DOĞUŞ SARPKAYA

İnsanın doğa ile bütünlüğünü koparan ilk adım Neolitik Çağ ise ikincisi Sanayi Devrimi’dir. Kapitalizmin ortaya çıkmasıyla birlikte insanın doğadan kopuşu geri dönülmez bir boyuta sürüklendi. Ormanla, bozkırla, dağla, taşla, nehirle, gölle, denizle, bin bir çeşit mahlukatla kurulan organik bağ ve iletişim, para kazanma hırsının soğuk hesapçılığına kurban edildi. İnsanlığın oynadığı büyük kumarın son demlerindeyiz belki de. Dünya hızla iklim kriziyle yüzleşmeye doğru sürükleniyor. Bir taraftan karbon salınımının dünyanın ısısını sürekli yükseltmesi, diğer taraftan tüketim alışkanlıklarımızın tüm bunlara çanak tutması gezegenimizi yaşanamaz bir hâle doğru iteliyor. Kaçınılmaz olarak bu gidişi durduracak bir adım atılması gerekiyor. Doğayla savaşan değil onunla yeniden iletişim kuran bir türe doğru evirilmemiz lazım ve bunu hızlıca gerçekleştirmeliyiz.


Dünyanın bu gidişine karşı, edebiyatın tepki vermesi de kaçınılmazdı. Son dönemde insanın doğayla ilişkisini merkezine alan, başka bir deyişle merkezî temasını bu ilişkiye teyelleyerek tikelle evrensel arasında bağ kuran eserler çoğaldı. Ahmet Büke’nin geçen günlerde yayımlanan yeni kitabı ‘Deli İbram Divanı’ da böyle bir duyarlılığa sahip bir eser olmasıyla dikkat çekiyor. İnsanın denizle, efsanelerle, tarihle ve yaşadığı toprakla münasebetinin para kazanma hırsı uğruna nasıl paramparça edildiğini anlatan Ahmet Büke, parmak sallamadan da felaket anlatılarıyla insanın ödünü koparmadan da bu konunun tartışılabileceğini gösteriyor.

Osman’ın günahı

Roman, başkarakter Osman’ın asker ocağında komutanının emrettiği mantoyu dikmeye başlamasıyla açılıyor. Sonrasında Osman’ın aslında Köstence Adası’nda bir dalyancı ailesinden geldiğini ama bir sebeple İzmir’e dayısının yanına gönderildiğini öğreniyoruz. Ailesi açlıktan kıvranırken bir dalyancının en son düşüneceği şeyi yapmak zorunda kalıyor Osman’la babası. Süngüyle yunus avına çıkıyorlar. Bu avlarda denize ve dalyancının yardımcısı yunusa saygı gereği sadece en yaşlı canavarın vurulmasına kerhen de olsa izin veriliyor. Osman, tek başına çıktığı bir avda deniz insanının en büyük günahlarından birini işleyip yavru bir yunus vurunca İzmir’e gönderiliyor. Osman İzmir’e giderken ada da derin bir değişime sürüklenmek üzere olduğunu öğreniyoruz. Ada’nın en zengini ve müteşebbisi Eczacı Süleyman’ın yunus avını bir endüstri haline getirme planını yavaş yavaş devreye sokmaya çalıştığını öğreniyoruz. Bundan sonrasında ise roman para kazanma hırsıyla gözü kararmışlarla doğayla ilişkisini inadına sürdürmek isteyenlerin mücadelesine odaklanıyor.

İnsanlığın günahı

Büke, deniz insanlarının yaşayışını tüm çıplaklığıyla anlatmayı başarıyor romanında. Kimi zaman açlıkla kimi zaman hastalıkla sınansalar da bu insanların denizle kurduğu diyaloğun sahiciliğini hissediyoruz ‘Deli İbram Divanı’nı okurken. Ama yazar sadece doğa insan ilişkisini merkeze almıyor. Aynı zamanda küçük bir adayı model alarak toplumsal değişimin dinamiklerini tartıştırmayı hedefliyor. Aslında bu değişimi zorlayanın kapitalizmin kendisi olduğunu da net bir şekilde ortaya koyuyor. Eczacı Süleyman’ın yunus yağı fabrikasını kurarken yaptıklarını okurken Komünist Manifesto’nun şu satırlarını anımsıyoruz mesela: “Burjuvazi hâkimiyeti ele geçirdiği her yerde bütün feodal, ataerkil, kır yaşamına özgü ilişkilere son vermiştir. İnsanı tabii mafevkine bağlayan karmakarışık feodal bağları acımasızca kesip atmış ve insan ile insan arasında katıksız çıkardan, katı ‘nakit ödeme’den başka bir bağ bırakmamıştır… Kişisel onuru mübadele değerine dönüştürmüş ve sayısız müseccel ve müktesep hürriyetin yerine o tek, acımasız özgürlüğü, ticaret yapma özgürlüğünü, geçirmiştir.”

İnsanın doğayla ilişkisini tümüyle paramparça eden büyük günahın işlenmesinin hikâyesini okuyoruz roman boyunca. Böyle bir kopuşun kaçınılmaz olarak tüm insan ilişkilerini de kirlettiğini vurguluyor Büke. Aslında tüm yazarlık yolculuğu boyunca takip ettiği izin peşinden gidiyor. Daha önce öykü kitaplarını değerlendirirken de belirtmiştim: Ahmet Büke’yi yazmaya iten bir derdi, bu derdin de toplumsal bir tonu var. Derdini anlatmak için illa büyük laflar söylemesi ya da insanların acılarını bir üçüncü sayfa editörü cinliğiyle işlemesi gerekmediğini bilen Ahmet Büke, minik minik adımlarla, bir karıncanın sabrıyla gerçekliğin fotoğrafını çekmeyi umuyor. ‘Deli İbram Divanı’nda ise daha geniş bir alanda ve zamanda bu derdinin peşinde ilerliyor. Üstelik bu sefer sadece toplumsal sömürüye karşı değil, insanın doğayı sömürme hadsizliğine karşı da söz alıyor.

Öykücü titizliği

Bunu yaparken biçimsel anlamda öykücü titizliğiyle hareket ediyor Büke. Kitapta bölümler, zamanlar ve mekânlar arasındaki geçişlerdeki ustalaşmayı sezmemek mümkün değil. Aynı zamanda bilgiyi erteleme yöntemi kullanarak her adımda merakı canlı tutmayı başarıyor. Bir diğer konu ise Ahmet Büke eserlerinde görmeye alışık olduğumuz mekânın neredeyse bir karakter gibi anlatının içine yerleşmesi. Büke, uzun betimlemelere gerek duymadan bir yerin ruhunu hissettirmeyi başaran yazarlardan. Onun için ‘Deli İbram Divanı’nda hem Köstence Adası’nı hem de nostaljik İzmir’i canlı bir organizma, nefes alıp veren bir canlı gibi anlatması şaşırtıcı değil. Mekânın bu kadar canlı kurulması aynı zamanda anlatının gerçeğinin daha sağlam bir zemine oturmasını da sağlıyor.

Sonuç olarak ‘Deli İbram Divanı, Ahmet Büke’nin bir romancı olarak da edebiyatımızda önemli bir boşluğu dolduracağını gösteren nitelikli bir roman. Yazarın körün gözüne parmak sokmadan insanlığın evrensel sorunlarını tartıştırabileceğini, sorumluluktan kaçmazken de naifliğini koruyabileceğini gösteren; okuru kendisiyle, diğer insanlarla, yaşadığı çevreyle ve doğayla yeniden muhabbet kurmaya davet eden roman, Büke’nin külliyatında şimdiden özel bir yere oturmaya aday.