Muzaffer İzgü, ölmeden önce verdiği bir röportajda öldükten sonra kendisi için doğdu, okudu, düşler kurdu, yazdı ve gitti” denilmesini istemiş, vasiyettir diyelim ve tarihe not düşelim ama bana sorarsanız “gitmedi”, öyle kolay kolay da gidecek gibi değil çünkü özellikle mizah hikayeleri o kadar güncel ki, güncel olmasına sevinsek mi üzülsek mi bilemiyorum? Sabiha ve Zekeriya Sertel’in savunmalarını içeren Davamız ve Müdafaamız (Can Yayınları-2015) kitabına yazdığım önsözde “Türkiye tarihinden bir belge okumak, insana sonsuz bir “şimdi” içinde yaşıyormuş hissi veriyor.” diye bir not düşmüştüm. Çünkü 1940’larda görülen davaların iddianameleri ve savunmaları, bugüne o kadar çok benziyordu ki, insan 70 yılda değişen hiçbir şey olmamasına üzülüyordu. 26 Ağustos’ta kaybettiğimiz Muzaffer İzgü’nün 1959’dan itibaren yazdığı mizah yazısı ve hikâyeleri de tıpkı o duyguyu hissettiriyor. Daha yenice Sabah gazetesinde yayımlanan bir yazıda, birçok sanatçıyla birlikte Cem Yılmaz’ın, isim benzerliğine bile aldırmayan iddialarla “FETÖ bağlantılı ilan edildiği” yazıyı okuyunca İzgü’nün Dayak Birincisi (Bilgi Yayınevi-1979) kitabında yer alan “Selâmi Usta’nın Aleti” isimli hikâyesi aklıma düştü. Ustanın edebi lezzetini almak için tamamını okumanızı öneririm ama bu haftaki Köşe Vuruşu’nda kısaca özetlemek isterim:

“Beni paranoyak ettiler, dilerim kendileri şizofreni olsunlar. Gerçi kendilerini şöyle sıkı bir muayeneden geçirsek birçoğu şizofreninin de ötesinde hastadırlar ya! Olan bana oldu” diye başlıyor hikâye. Çünkü kahramanımız, yıllardır tıraş olduğu Berber Selâmi Usta’dan da aniden şüphelenmeye başlıyor.

Selâmi Usta ense tıraşına yeltenince, kahramanımızın iç sesi, “bir tutturmuş ense, hep ensemle uğraşıyor. Belli ki kurşunu ensemin neresine boşaltacağını ayarlıyor. Az sonra gözlerimi kapadığım bir anda, çekmeceden yeni makas çıkarma numarasıyla tabancasını kapacak, ondan sonra dan dan dan. ” diye düşünüyor.

Tıraş sürdükçe kahramanımızın gerginliği de artıyor. Başlıyor bir sinir harbi. Berberin eli çekmeceye gittiği anda da tezgahtan usturayı alıyor ve dayıyor berberin boğazına. “Çıkar ulan hergele” diyor. Tabii berber kahramanımızın kafasında “silahı çıkarmasını” kurduğunu bilmediğinden “pantolonunu çıkarmasını istediğini sanıyor. “Ayıp değil mi bu yaştan sonra elli iki yaşındayım” diyor çaresizce. Kahramanımız çıkar diye üsteleyince de pantolonuna yelteniyor Berber Selâmi Usta. “Ne avanağım, ne aptalım” ben diye tühleniyor kahramanımız. Silahın çekmecede değil Selâmi Usta’nın pantolonun içinde olduğunu tahmin edememesine hayıflanıyor. “Keseceğim” diye tehdide devam ediyor, “Ver o aleti bana” diyor. Tabii berber pantolonu inik halde “alet ve keseceğim” tehditlerini duyunca doğal olarak hepimizin anlayacağı şeyi anlıyor ve basıyor feryadı.

Etraftan yetişenlerce kurtarılıyor ama kahramanımız da rezil olduğuyla kalıyor. Selâmi Usta affedince kahramanımız karakoldan salınıyor ama yine de uslanmıyor. Bu kez otobüste elinde kesekağıdı olan bir adamdan şüpheleniyor. “Mutlaka kesekağıdının içinde tabanca var” diyerekten adamı yere yatırıveriyor. Adamın kesekadığının içinden de çıka çıka “kemer patlıcan” çıkıyor


Bu hikâyeyi ve Muzaffer İzgü’nün mizah içerikli kitaplarını –eğer okumadıysanız- mutlaka okumanızı öneririm. Özellikle onu sadece çocuk edebiyatı yönüyle bilenlere. Nasıl güncel kaldığını görüp şaşırmak olası. Şimdi eğer ilgili ilgisiz herkesi “FETÖ’cü” ilan etmek bu hikâyede parodisi yapıldığı ölçüde paranoya değilse bile bir “sulandırma” gayreti olarak okunmalı ve buna asla izin verilmemeli. Eğer gerçekten bu kirli yapıyla mücadele ediliyorsa. Örneğin, 5 gün sonra, 11 Eylül’de, Silivri’de Cumhuriyet Davası var. Daha önce “FETÖ” kumpasıyla hapis yatmış Ahmet Şık dahil gazeteciler ve gazete yöneticileri yargılanıyor. Bu isimlerin bir “FETÖ” iddianamesinde yer almasını kime nasıl anlatabiliriz mesela? Umarım bu büyük yanlışlardan yol yakınken dönülür ve 11 Eylül bunun miladı olur.

Bana okumayı çok küçük yaşta sevdiren Muzaffer İzgü’ye saygıyla; taşlamasını yaptığın fenalıklar sürdükçe hiçbir yere “gitmiş” sayılmazsın usta.