Sabah evden çıkıp vapura yetişmek için koşarken, daha önce bu köşeye konuk olmuş Kedili Teyze’yle karşılaştım, bir banka oturmuş, kucağındaki yaralı kediye, “Sana bunu yapan, başkalarına ne yapmaz. Beden olarak doğmuş ama ruhu doğmamış bir canavar daha” diyerek söyleniyordu. Bıraktım vapur kaçsındı, yanına oturdum Kedili Teyze’nin. Tarçın’dan bahsetti hemen, Kadıköy’ün simgelerinden bir sokak köpeğiydi, öldürülmüştü geçenlerde. Şule İdil’den konuştuk sonra, belediye kamyonu ezmişti, üstelik yaya yolunda, pırıl pırıl, iyi yürekli bir genç kız… Kucağındaki kedinin bacağı kırıktı, birlikte veterinere doğru yürürken, ona Carlos Fuentes’in “Yanık Sular” kitabında tanıştığım Dona Manuela’dan bahsettim, onun yakarışlarını duymuştum sanki sesinde...

Dona Manuela, kimseye bir zararı olmayan, elbiselerini gece kurutacak kadar insanlardan uzak yaşayan ve her gün sokak köpeklerine yiyecek dağıtarak uzun yürüyüşler yapan, yalnız ve unutulmuş bir kraliçeydi… Bir gün serseriler, onun her gün beslediği sokak köpeklerinden birisinin kuyruğunu, kör bir bıçakla kesmişlerdi, sırf zevkine. Onlar bunu yaparken az ilerideki bir inşaatta çalışan işçiler de izlemişti o vahşeti ve diğer sokak köpekleri… Dona Manuela, köpeği yaralı halde bulup tedavisini yaptıktan sonra, bütün sokak köpeklerini peşine takıp kiliseye gitmiş ve Tanrı’ya yarattığı bütün canlılara kendilerini savunabilmeleri için eşit güç vermesini dilemişti yüksek sesle: “Madem ki insanlara bu zavallı hayvanlara acıyarak davrana­cak iyiliği vermedin, hiç olmazsa onlara kendile­rini koruyacak gücü ver. Bazı yarattıklarını artık ötekiler kadar sevmiyorsun, bu yüzden daha az sevdiklerin daha az sevecekler seni…” İsyan eden sözlerine, kilisedeki sofu kadınlar sinirlenmişti. Dona Manuela, günaha giren, uyuz köpekler sürüsünü peşine takmış yaşlı bir deli kadındı onlar için. Bir papaz yamağının vurmasıyla alnından yaralanmış ve köpekleriyle birlikte kovulmuştu oradan.

Dona Manuela, Tanrı’nın kendisine şöyle seslendiğini düşünmüştü: “Dünya eğer kusursuz olsaydı, bana inanmaya gereksinim duymazdın, anlıyor musun beni?” Anlamamıştı. Kedili Teyze, “Ne kadar bencilce bir söz. Kusursuzluk değil mesele, biraz da olsa adalet!” diye haykırdı. “Adalet isteyince günaha mı giriliyor? Devletin adalet isteyenleri terörist diye damgalaması gibi bir şey. Oh ne âlâ…” Kedili Teyze’yi hiç böyle politik sözler ederken duymamıştım.

O yaralı köpeği gördüğünde, Dona Manuela’nın ilk aklına gelen ve Tanrı’dan istediği, köpeklerin konuşabilmesiydi; konuşabilmek ve unutmamak, ona göre birer savunma aracıydı, adaletin gerçekleşebilmesi için. Adalet gerçekleşmese bile, konuşabilmek önemliydi, içimizdeki zehri akıtabilmek… Konuşamıyoruz ve unutuyoruz her şeyi, “Unutmayacağız!” diye bağırırken… Gerçekten unutmuyor muyuz? Bütün o unutmadıklarımızla, Soma’yla, Roboski’yle, Sivas’la, Ankara Garı’yla ve her gün bir başkası eklenen bunca acıya, unutmadan nasıl dayanacağız?..

Kedili Teyze’nin “ruhu doğmamış” sözünü düşünüyordum, iskeleye doğru ince dar bir sokaktan aşağıya inerken... Schacter, “Belleğin İzinde” adlı kitabında, bellek kaybının “ruhsal körlüğe” neden olduğunu yazmıştı. Ruhsal körlük yaşayan biri, hayatının denetimini kaybederek iktidarların tuzağına düşerdi, kaybolurdu. İnsanları, içinde kayboldukları unutuşun içinden çekip çıkarmak için, anlatılar kurmaktan başka bir yol yoktu; ruh bedenle doğmaz…

Geçenlerde Cumhuriyet’te Tuğçe Çinkitaş’ın şehirden gidiş hikâyesini okumuştum. Kadıköy’de çarşının ortasında, yani şimdi tam olduğum yerde, kendisine gerçekte ne istediğini sormuş ve bir anda her şeyi bırakıp gitmişti. Ben de bir gün, “Yeter artık!” diyerek gitmek isteyecek miydim buralardan? Bir köye değil belki ama bir adaya, teknemle balıkçılık yapıp yazarak yaşayacağım… Düşüncesi bile gülümsememe yetti. Ama önce, kendi ruhumun parçalarını birleştirmem, yani kendi hikâyemi kurmam gerek. O zaman başlayacaktı, asıl maceram… Bu defa yetişmiştim vapura, biner binmez hareket etti.