Ezginin Günlüğü’nden tanıdığımız Hakan Yılmaz “Türkiye’nin sahip olduğu kültürle dünyaya bırakabileceği miraslardan bir tanesi kesinlikle farklılıkların bir arada oluşuna şaşırmamamız. Bir kafede oturuyoruz ve bir Batı müziği, bir Doğu müziği çalıyor”

Doğu-Batı sentezi 60’ların problemiydi

BURAK ABATAY- @abatayburak

Hakan Yılmaz, Ezginin Günlüğü’nü hayatında bir kez dahi olsa dinlemiş birilerinin hayatından defalarca geçmiş bir isim, grubun kurucu ekibinden bir müzisyen, iyi bir şair ve de akademisyen. Yıllarca devam ettiği müzik hayatını Ezginin Günlüğü albümleriyle beraber bir de Doğu Türküleri adını verdiği bir solo albümle taçlandırmıştı. Yıllarca müzik dünyamızda göremedik belki kendisini ama Amerika ve Türkiye’de sayısız bilimsel makale ile karşımıza çıktı. Geçen haftalarda ise dinleyenlerinin uzun zamandır beklediği ikinci solo albümünü Kadir Şan Tarhan’ın imzasıyla çıkardı. Yılmaz ile albümüne, müziğine dair Kadıköy sokaklarında söyleştik.

'Sen Yoktun' bunca yıl sonra gelen bir albüm
Birikmiş çok fazla şiir, şarkı, söz vardı. Zaman geçiyor ve gündelik hayatı, ülkeyi bahane etmeden bu işlere girmek gerekiyordu. Amerika’dan döndükten sonra, Ezginin Günlüğü’nden arkadaşlarım da bu işin çok başındayken çok kere denedim ama çeşitli nedenlerle olmadı. Tanju’yla (Tanju Duru) 2000’lerin ortalarında bir arada çalışalım dedik. Duru Zamanlar’ı başlatmıştık. Ben sözlerle katkıda bulundum. O albüm oldu ama sonrasında ne yazık ki Tanju’yu kaybettik. O durum beni de çok kötü etkiledi.

Sonrası nasıl gelişti?
2011’de ise Kadir Şan Tarhan'la Boğaziçi Üniversitesi’ne geri döndüğünde okulda karşılaştık. Yıllar önce Ezginin Günlüğü zamanında beraber çalışmıştık kendisiyle. Projeye tamamen bir tesadüfle başlamış olduk. Onun besteleri, sözleri, benim besteler derken, albüme koymadığımız onlarca şarkıyı düzenledik. Nadir Göktürk’ün ev stüdyosunda ilk kayıtları gerçekleştirdik. Nadir’in önerisiyle Harems Stüdyo ile tanıştık. Cihangir Aslan, Bora Duran ve Efe Demiryoğuran sadece müziğimizi kaydetmekle kalmayıp bizim aşırılıklarımızı törpüleyip, bize de yeni müzik yapma üslubunu takdim ettiler. Orası çok çeşitli müzisyenleri tanıdığımız bir okul gibi. 2014’ün sonunda albümü tamamladık. 2015’in ilk yarısı da Sen Yoktun şarkısının telifini almakla geçti. Haji Khanmammadov’un bir konçertosundan bir melodiyi aldık. MESAM aracılığıyla oğlunu bulup sorunu çözdük.

Albüm öncesinde olan birçok şarkının varlığından bahsediyorsunuz. Şarkı tercihlerini neye göre yaptınız?
Tanju’yla, Nadir’le kaydettiğimiz çok fazla şarkı var. Çalışmanın gidişine göre o anda Kadir’le çalışırken beraberce düzenlemesini yapmayı becerebildiğimiz şarkılar öne çıktı. Bana kalsa hepsini aynı anda yayınlarım.

Kuzey’in, Güney’in ve Doğu’nun müzikal kimliğini taşıyan da bir albüm. Bu istenerek yapılan bir sentez miydi?
Bu bir füzyon. 80’lerin başında bilinçli bir şekilde eserlerimizde şurası Batı, şurası da Doğu diye gördüğümüz bir durumken, şimdilerde sadece “Şurası biraz daha jazz ya da rock olsun” diyebiliyoruz. Rock artık iyi bir Türk müziği türü. Şimdi bizden olan bir şeyi kullanıyoruz diyebiliriz. Ezginin Günlüğü ile yaptığımız müzik daha naif, daha folky iken şimdi yaptığımız müzikse ordan daha Batı diyebileceğimiz bir sound’a geçtik. Müzikte Doğu-Batı sentezi 60’ların problemiydi. Türkiye’nin sahip olduğu kültürle dünyaya bırakabileceği miraslardan bir tanesi kesinlikle farklılıkların bir arada oluşuna şaşırmamamız. Bu kafede oturuyoruz ve bir Batı müziği, bir Doğu müziği çalıyor. Bu Amerika’da insanları çok şaşırtır. Oysa biz şaşırmıyoruz.

Albüm tümüyle uzun bir öykü gibi. Dervişane bir tema var. Kendi iç dünyasında kalan, kavuşamayan ve bir yol arayan karakterin uzun bir yoluna tanık oluyoruz.
Bu bir tür yokluk ve boşluk duygusu. Sen Yoktun ve Kervancı’da, hatt’a Yol Bitti’de görebiliyoruz. Bu bir salt kaybetmek değil ama. Daha çok hatırlamak. Belki yeniden yaşama isteği. Geride bırakma ve vedalaşma. Tutulan bir yas da bu duyguların en sonuncusu. Hatırlama ve yad etme olarak düşünebiliriz.

Neyin yasını tutuyorsunuz?
İnsanın hayatında çocukluğu, ilk gençliği ve orta yaşlılığı gibi dönemleri vardır. Ama bir dönem diğerlerinden daha fazla öne çıkar. O dönem olup biten her şey, kişisel, siyasi, hastalıklar, travmalar, tuhaf bir şekilde hem önceki hem de sonraki deneyimlerini boyamaya başlar. Benim sanatla olan ilişkim de böyle bir şey. Kendi hikâyemin içindeki formatif deneyimler üzerine tekrar tekrar düşünerek veya onların aklıma gelmesiyle oluşuyor. O dönemdeki kayıplarının, itilip kakılmalarının, gençliğinin ve başarılarının yasıdır bu.

Sen Yoktun’da bir uzun hava karşımıza çıkıyor. Azeri şair Raziye Gencevi’nin bir şiiri...
Bakü’de bir edebiyatçılar müzesi var. İstanbul’da da olsun çok isterim. Kocaman bir bina ve binanın duvarlarına meşhur Azerbaycanlı şairlerin dizelerini yazmışlar. Bu Genceli hanımefendinin şiirine orada denk geldim ve sonrasında uzun hava olarak okudum.

AHMET KAYA'YI İLK VE SON GÖRÜŞÜMÜZDÜ

Şu çok merak ettiğim Ezginin Günlüğü ve Ahmet Kaya’nın hikâyesini de sormak isterim. Nedir hikâyenin aslı?
Yıllar önce, Tünel’de, Sezer Bağcan’ın “Değişim” stüdyosunda Ezginin Günlüğü’nün bir albümünü kaydediyorduk. Stüdyoya çekingen, yoksul görünümlü, gayet kibar bir kadın geldi. Sezer Bağcan, “Abi bu kadının bir kocası varmış, müzisyenmiş, buraya gelse kendisiyle bir konuşur musunuz?” dedi. “Konuşuruz, gelsin” dedik. Bir süre sonra kadın, yanında kocasıyla çıkageldi. Adam, kadın gibi, çekingen ve sıkılgandı. Adamın kocaman devrimci bıyıkları, eski püskü bir paltosu vardı. Kadın kocasını tanıştırdı, “Ahmet Kaya” imiş adı, besteleri varmış, piyasaya çıkarmak istiyormuş. Ahmet Kaya, sararmış, yıpranmış bağlamasını siyah kılıfından çıkardı ve birkaç bestesini çalıp söyledi. Ahmet Kaya’nın o gün bize ne söylediğini hatırlamıyorum tam olarak. Tek hatırladığımsa sesindeki bastıramadığı öfke ve isyandı. Ahmet Kaya’nın o gün bize söylediği şarkıları 70’lerin Aşık İhsani, Ali Asker gibi devrimci ozanlarının şarkılarına benzettiğimi hatırlıyorum. Ezginin Günlüğü olarak bizim de yaşananlara öfkemiz vardı. Ama bunu ifade etmek için Aşık İhsani-Ali Asker ekolünden farklı bir dil benimsemiştik. Yannis Ritsos’un alçak sesli ve gizemli isyanı, İhsani ve Ali Asker’in bağıran ve doğrudan isyanından daha uygun düşüyordu. ruhlarımıza. Dolayısıyla, bize hitap etmemişti Ahmet Kaya’nın şarkıları. Onu ilk ve son görüşüm de bu oldu.