Gülten Akın’ı, başı okşanmış onlarca çocuğu, üzerinde tebeşir lekeleri bırakılmış kara tahtaları, köy yollarında odun taşıyan kadınları, şehrin mücadelesini, en çok aydınlığı, ama devrimi ve hepsini hepsini bir kez daha anlamaya, duymaya çalışmaktır yapılan. İnsanın faniliğini unutup ölümü bir yere koyarak hem de. Doğumdan, sonsuz bir yaşama uzatarak çizgiyi. “Var git ölüm bir zaman da yine gel” deyip hep var olacak diye bilerek.

Doğum: 23 Ocak 1933, Yozgat

BURÇAK SEL

Mîladî takvimde Cumhuriyet 4’ünde bile değil. Doğuyor diye en şatafatlı şölenlerin yapıldığı; hatta doğmadan önceki her sancısına, hazırlığına falan şahitlik edildiği başkentte bile yeni bir şeyden bahsetmek için çok erken henüz. Başkentin kendisi de çocuk çünkü. En biçimsel inkılabıyla ilgili bile, hâlâ çakşırıyla gezenti halindekilere uzaktan bakıldığında, arafta kalmış bir ülkenin fotoğrafı için deklanşöre basmaktan daha doğru bir zaman yok gibi. Bu arada ülkenin kimi yerlerinde, heyula gibi Cumhuriyet denilen. Var desen, “Aydınlık aydınlık deniyordu hani daha ilçenin trafosu bile çalışmıyor”; yok desen, “Kadınlar muhtar bile oluyor ne yok’u!” itirazlarıyla, kafalar bulanık su misali. Başlıkta lafzının geçtiği kimi yerlerde ise yok denecek kadar az bir hâli söz konusu kendisinin.

Gönül, rumî hesap kadar, tam 584 yıl kadar eskilerden bahsetmek isterdi bu tarihteki bir rejimin yerleşikliğine güzelleme yapmak ve ömrünün başlangıcı bu zamana denk gelen güzelliği anlatabilmek için. Ancak, gerçekte bir asrı tamamlayabilmesiyle ilgili Cumhuriyetin, kaçımızın şüphesi yok desek, bir elin parmakları kadarımıza hayretler içinde bakakalırız şu gün, geriye kalanlarımız. Umuttan kim ölmüş ki deyip belki alaya alırız bunları hatta. O yüzden ilgili döneme yüklenmek, olan biten ne varsa hep ileri aksın tarih diye yapılan herhangi bir şeyi hakir görmek gibi bir niyetimiz yoktur burada. Bebek dediğin noksan insandır zaten. Kimse ondan öyle koca şeyler bekleyemez de.

Burada dert, tam da bu vakitlerde yaşama gözlerini açarak, yapıp ettikleriyle, dahası sözcükleriyle ölümsüzlüğü akıllara kazımış bir nadidelikten bahis açmaktır. Dilimizin döndüğünce. Gülten Akın’dan…

Kimsenin gözünü çevirmeye bile tenezzül etmediği, hem de aydınlık düğmesine kadim devletlû tarihine rağmen ilk kez basıldığının iddia edildiği bir ülkenin orta yerinde, yoksulluğu ile asılı kalan bir yerin en önce kız çocuklarına, aynı memleketten olduklarını öğrendiğinde umut olan birinden konuşmaktır. Yoksulluğuyla, medeniyete dair ne ise akla gelen, çoğunca noksanlığıyla malûl bir yerden olan bir umuttan… Geldiği bu yoksuz yeri unutmadığı, yolunun bir şekilde düştüğü mahrum köy ve kasabalarda elinde feneriyle ardı sıra gelenlere okuma yazma belletmesinden anlaşılan, bir Cumhuriyet öğretmeninin üzerine konuşmaktır. Basa basa hem de. Büyük kentlere gittiğinde de refahlık kaygısına bulanmadan toplumsal eylemlerin ön saflarında yer alan birinin devrimciliğinden dem vurabilmektir, haddimizi aşmadan. Bir devrimciden.

El kadarken daha, Cumhuriyetin, kendisinden kimi sebeplerle sektiği bir yerden gelip de edebiyatıyla evrensele sıçrayabilmiş birini anlatabilmektir işte. Türkçe Edebiyatı’n da ‘ümmü gülsüm’ü olabilmiş birini gururla anlatabilmektir hem de. Gönenerek.

Dilinin lezzetine halel getirmeden, sanat pergelinin bir ucunu hep kendi ülkesine sabitleyen, diğer ucuyla da dünyaları dolaşan biri olduğunu bilmektir bu hayatta. Başka başka dünyalara değebilirken sözcükleriyle, bunu anadilinin lezzetine halel getirmeden; bir bebenin doğar doğmaz, kendisi için memeden gelen sütten aldığı gibi tazecik, akçacık tadıyla yapan bir üstadı yâd etmektir, meram. Belki de dil denen şeyin sıcacık bir şey olduğunu kendi yavrularını emzirirken bilmiş bir anneyi, en iyi.

Var olduğu her mêkanı daha da ileriye taşıma gayretinden ve içinde bulunduğu zamanın sınırlılığıyla mücadele etmekten vazgeçmemiş, aydınlığa mutlak susuzluk çeken birinin önünde düğme iliklemek zorunluluğunu çarpmaktır yüzümüze öte yandan. Mecburca, şüpheye yer vermeden. “Cehalet şu bana neler eyledi / Boş yere bağladı boşa eyledi” diyebilmektir, bu emsali düşünerek aynaya baktığımızda bir kez olsun.

Aslında çılgın başlı bir ozanı anlatabilmektir, dert. Hatta “başıbozuk”un birini anlatabilmektir bu topraklardakilerden başlayarak dünyanın bozuk düzenine isyan diyen. En incelikli başkaldırışları, küfürbaza yaslanmadan savuran. Bir küfürdârı anlatabilmektir. Anlayabildiğimiz kadarıyla. Dadaloğlu’nun, Deli Dumrul’un, Köroğlu’nun, Şah İsmail’in, Pir Sultan’ın… ve nice nicelerinin izini sürmek için erkek neslinden olmak gerekmediği gerçekliğini, ataerkil düzenin alnının ortasına mühür gibi vuran bir ozanı.

Bir kadın ozanı dilimizin döndüğünce anlatabilmektir. Karınca kaderince. Adındaki “gül” çiçeğine yakıştırılan kırılganlığa rağmen, hayatın en önce kadınlara zoru karşısında ve her seferinde yaşamın onlara biçtiği roller içinde, her birini ayrı ayrı taşıyarak cebinde, çatışmayı ve çakışmayı, aynı anda en ahenklice gösterebilen bir kadınlığın şiirini gözler önüne sermektir. Ömürden kareleri sular gibi akıtan, geleneksel olanla çağdaş olanı birbirine en iyi harmanlayan modern bir destancıyı…

Ve bir yandan, 80’ler Türkiye’sinin karanlık dehlizinde, çağdaşı olan onlarca devrimci gibi kodese düşmüş evladına, “Görsem ellerini oğlumun / Ardında bağlı durmasa / Kalmasa Alucra sisler içinde / Gevaş’a kurtlar inmese” ağıdıyla selam çakan bir mahkûm yakınının neredeyse her dizesinde saklı isyan ateşinin, varıp da başına oturabilmektir muradımız. Bitmez mahkûmiyetlerin hâlinden anlamaktır insanca. Cuntalarla sinikleştirilmeye çalışılmış bir toplumun, onun uğruna gözünü kırpmadan canını veren evlatlarının” büyü de baban sana / büyü de büyü / büyüyüp de on yedine geldiğinde baban sana / idamlar alacak” dizelerinde olduğu gibi feryad-ı isyanı olabilmektir en layığından. Korkmadan.

Gülten Akın’ı, başı okşanmış onlarca çocuğu, üzerinde tebeşir lekeleri bırakılmış kara tahtaları, köy yollarında odun taşıyan kadınları, şehrin mücadelesini, en çok aydınlığı, ama devrimi ve hepsini hepsini bir kez daha anlamaya, duymaya çalışmaktır yapılan. İnsanın faniliğini unutup, ölümü bir yere koyarak hem de. Doğumdan, sonsuz bir yaşama uzatarak çizgiyi. “Var git ölüm bir zaman da yine gel” deyip hep var olacak diye bilerek.

Edebiyatın belki de en çok bir ülkenin edebine hizmet etmesi gerektiğine inanmaktır, aslolan.