Yönetmenin işi elbette çifte zorluktaydı, bir yandan King’in romanını uyarlamak bir yandan da ikonik bir Kubrick filminin devamını çekmek zorundaydı. Ancak yönetmen şansını her ikisini de kazanmaktan yana kullanınca hepsini kaybetmiş

Doktor Uyku: Kubrick Tema Parkı

Doktor Uyku (Doctor Sleep) 2019’un hayal kırıklığı filmlerinden biri, keşke Kubrick’in The Shining filmine hiç temas edilmeyip, King’in The Shining’ine sadece göz kırpıp Doctor Sleep romanı bağımsız ele alınsaymış. Stephen King’in 1977’de yazdığı The Shining romanı ve Stanley Kubrick’in 1980’deki roman uyarlaması arasındaki uyumsuzluk ve King’in bu filmi hor görmesi onlarca yıldır süregelen bir tartışmadır. The Shining’in devamı olan Doctor Sleep romanının Mike Flanagan tarafından uyarlanması işte tam da bu savaş alanına bir müdahale olmuş. Üstelik aynı zamanda romanın ve filmin doku uyuşmazlığının nedeninin dışavurumu olmuş. Var olan duyguları eşeleyen tekniği ile dram ve gerilim türünü harmanlama noktasında gittikçe ustalaşan ve bunu The Haunting of Hill House dizisinde ve gene bir King uyarlaması olan Gerald’s Game filminde kanıtlayan yönetmen Flanagan’ın Kubrick’e saygı duyan ama aslında büyük bir King hayranı olan birisi olduğunu düşünüyorum...

KÖPRÜDEN DÜŞÜNCE

Çocukluk travmaları, korkuları ile kuşaklararası bağ kurarak bir yol izleyen hikâyede, alkolik baba Jack Torrance’a (Jack Nicholson) musallat olan kötü güçlerle, Jack’in oğlu Dan Torrance’ın da (Ewan McGregor) mücadeleye devam ettiğini görüyoruz. İç ve dış şeytanlardan ve elbette alkolizmden kaçan Dan sakin bir kasabaya yerleşiyor, alkolikler toplantısına katılmaya başlayarak yeni bir hayat kurmaya çabalıyor. Buraya kadar bildik bir bağımlı dramı ve çocukluk travması ile ilgilenen film Dan temizlenmeye, hayatta doğrulmaya başladığında, ‘parıltı’ olarak isimlendirilen özel gücünü iyi bir amaç için kullanmaya başladığında hikaye bambaşka bir evrene sıçrıyor adeta. Yani geçmişle bağını koparan film, seyircinin üzerinde yürüdüğü esas köprüyü çok çabuk yıkıyor.

KING’IN EVREN ÇORBASI

Nasıl bir evrene geçtiğimizin ipucunu ise filmin ilk sahnesinde görüyoruz. True Knot isimli bir kültün üyeleri ve kültte güçlü bir yeri olan Rose küçük bir çocuğu öldürüp enerjisini/ ruhunu emiyorlar ve bu sayede hayatta kalmaya ve güçlenmeye devam ediyorlar. New Age tarzında hipster bir tiplemesi olan ve yoga yapan Rose karakteri, Abra isminde özel güçleri çok kuvvetli olan bir kız çocuk keşfediyor ve onu avlamak istiyor. Telepatik iletişimi bir yana bırakıp güçlerini birleştiren Dan ve Abra, karavanlarıyla seyahat eden ve çocukları avlayan bu True Knot kültünü yok etmeye çalışırken, biz de onlarla zaman ve mekan atlamalı doğaüstü yolculuklara başlıyoruz. Ve hikaye fazlasıyla fantastik bir hal almaya başlıyor; halüsinasyonlar, astral yolculuklar, alternatif gerçeklik gibi fantastik bir karmaşanın içinde oradan oraya savruluyoruz. King’in yarattığı bu evreni hiç sevmedim diyebilirim. Çünkü bu noktada psikolojik gerilim, dram, korku unsurları seyircinin kurduğu gerçekle bağlarını tamamen koparıp her şey kendisini süper kahraman dizilerinin sıradanlığına bırakıyor.

BU MU OVERLOOK OTEL?

Flanagan kamera arkasında da, kendi yaptığı filmin kurgusunda da iyi iş çıkarmış, görüntü yönetmeni Michael Fimognari de görsel dili yer yer Kubrick’i anımsatan çerçevede ele almaya çalışmış ve doğaüstü alanda orta karar bir iş çıkarmış. Ancak film, oynadığı kumarda son zarını attığı yere geldiğinde yani kült film The Shining’in belkemiği olan Overlook Otel’e geçtiğinde prodüksiyon tasarımcısı Maher Ahmad’ın sadık rekreasyonları; karlı dış görsel, 237 numaralı oda, kırık kapı, bar, kocaman lobi, ne kadar övgüyü hak etse de, Overlook Otel ve dış peyzajı adeta kocaman bir ‘Kubrick Tema Parkı’na dönüşmüş. Çünkü prodüksiyon tasarımı tek başına o ruhu, enerjiyi, gerilimi vermeye yetebilecek güçte hiçbir zaman olamaz. Evet, kabul; filme The Shining benzeri bir dinamik bekleyerek gitmek bile abes ve evet Flanagan’ın işi elbette ki çifte zorluktaydı, bir yandan Stephan King’in romanını uyarlamak bir yanda da ikonik bir Kubrick filminin devamını çekmek zorundaydı ancak yönetmen şansını her ikisini de kazanmaktan yana kullanınca hepsini kaybetmiş. İyi ile kötü arasındaki savaş çekici değildi, filmde her şey çok dağınıktı, kontrolsüz, yönsüz olan filmin nüfus yoğunluğu ise çok fazlaydı ve filmin ‘kötü’sü cidden berbat bir tiplemeydi. Bazı iyi anlar dışında, gereksiz uzunluktaki bu filmi astral seyahatle alternatif bir gerçekliğe yolluyorum.