Yirmi dokuz yıl önce zorunlu hizmetli doktor olarak ilk görevime başladım. 'Makam oda'mdaki ilk 10 dakika içinde telefon iki kez çaldı. Birincisi, cumhuriyet savcısıydı: “Doktor, hazırlan otopsi için huduttaki X köyüne gidiyoruz.” Çalışmaya bu kadar hızla dalmayı beklemiyordum, ama, adli vakalarla uğraşmak iş tanımımın bir parçasıydı ne de olsa (yıllar sonra "Bir Zamanlar Anadolu’da"yı seyrederken canlanan anılarımdan birisi). Sağlık ocağının sayısız sorumluluğundan sadece birisiydi; 23 yaşında okulu bitireli 4 ay olmuş bir doktor olarak hiç gözümde büyümedi. Bir fırsat diye düşündüm, insanlara bir şey verebilmek için.

Bu, birçoğunuza safça gelebilecek ruh halini tepetaklak eden ikinci telefon ise, ilçe kaymakamındandı: “Emniyet amirimizin 20 günlük rapora ihtiyacı var, onu da veriver”. Rahatsızlığı neydi acaba, diye sormama fırsat kalmadı. Hasta olmayan birisine rapor vermek, iş tanımımda yoktu. Ama sağlık ocağındaki dönemimde, bu 'uygunsuz görev'i bazen baskıyla, bazen de karşımdakinin çaresiz bırakılmışlığına sosyal tedavi olarak kendi rızamla (kendimce, başkalarının yaptığı haksızlığı telafi etmek için) yaptığım oldu.

Bir kural dışılığın nasıl norm olduğunu, istenmeyen durumlara iyi niyetli de olsanız nasıl sürüklenilebildiğini kendi üzerimden gördüm. “Ne var ki bunda, herkes yapıyormuştur” demeyin, hasta olmayan birine düğünü var diye 3 gün rapor vermekle, sağlam olduğu halde askerliğe elverişsiz raporu vermek arasında kategorik fark olmadığı halde, birisi iyi kalplilik, öteki vatan hainliğine ortaklık sayılıyor.

Galiba işimize geldiğinde yüceltip, işimize geldiğinde yerin dibine batırdığımız mesleklerin başında doktorluk geliyor.

Her yıldönümü ya da bayramda bir muhasebe yapma refleksi tetiklenebilir. Bu yıl sosyal güvenlik reformu, tam gün yasası gibi ne olduğunu bile anlayamadan hayatlarımıza giren oldu bittiler Tıp Bayramı'nın tadını kaçırdı. Yasa taslaklarının toplum sağlığını gözetmek iddiasını üstlenip, halkın sağlığına doktorların engel olduğu demagojisini ısıtmaları ise, 12 Eylül dönemini hatırlattı.

Her doktora ne kadar genellenebilir bilemem, ama meslektaşlarımın çoğu, 25 yıl önce hissettiğim “toplum için her şeyi, otopsiyi de, doğumu da, aşıyı da yaparım” hevesliliği ile okuldan çıkıyorlar. Görevimin başındaki ikinci telefonda olduğu cinsten taleplerle siyasi ve mülki otoritenin keyfiliğine toslayarak, bazen kırılıp, bazen bükülerek hayatta kalmaya, kimliklerini ve ideallerini korumaya çalışıyorlar. Bu çabayı fark eden oluyor mu, bilemiyorum.

Meslek grubu olarak bu kadar ihtiyaç hissedilip, bu kadar da hoyratça davranılan başka ne vardır?

“Allah eksik de etmesin, muhtaç da etmesin” deyiminde özetlenen doktorlara karşı çelişkili duygularımızı iyiden iyiye keskinleştiren bir başka 'slogan' da doktorların paradan başka bir şey düşünmediğidir.

Doktorlar mesleklerini para için mi seçerler? Tıp fakültesine girenlerin psikolojik profillerini inceleyip nelere önem verdiklerine baktığınızda pek öyle gözükmüyor: İnsan ilişkisini, karşısındakinde olumlu izlenim uyandırmayı, ona yardımcı olmayı, yaptığı işin manevi olarak ödüllendirici olmasını birinci derecede önemseyen, sevilmeyi, değerli ve vazgeçilmez bulunmayı arzu eden gençler çoğunlukta.

İyi bir şeyler yapmak, yararlı olmak, katkıda bulunmak isteyen bu insanlara ne oluyor da, 'paracı' algısına uydurulabiliyorlar? Doktorların hasta hizmeti verdikleri kurumlardaki çalışma koşullarının doktor ile hasta arasında bir insan-insan ilişkisi kurmaya elverişli olmadığı malum. Bu elverişsiz ortamda, hastasının sahibi olamayan, yapmaya çalıştıklarının sonucunu yaşayamayan doktorların bir kısmı için 'para', coşkusunun sonunda arzu ettiği doyum gibi bir karşılık anlamını kazanabilir. Hele 'sistem', hasta doktor arasındaki ilişkiyi hasmane bir kıvama soktuysa, hayal kırıklığına uğramış, tıp fakültesinde göklere çıkartılan mesleki kimliği yalnız kaldığı ilk noktada talan edilen doktorun hasta algısı, ister istemez bir müşteriye dönüşmez mi? Muayenehane gibi yerlerdeki para karşılığı hizmet vermek (maaş ya da muayene/ameliyat ücreti) ile ticari sağlık işletmelerindeki kazançlılığı ne olursa olsun maksimuma çıkartmak arasındaki fark birçoğumuzun gözünden kolayca kaçabilir. Sağlıkla ilgili bir ürünü hastanın gerçek ihtiyacını gözetmeksizin ve gerekli/gereksiz çok satmaya çalışmak ‘ticaret’tir. Bunu yapanların doktorlar olmadığı ortada.

İşin ilginci, hesaba vurduğunuzda, doktorlar, ne paradan ne ticaretten pek anlamaz. Anlamadıklarını bilememek gibi bir kötü huyları olduğu için kazançlarını batık işlere yatıranlar, çok kârlı gözüken maceralarda perişan olanlar az değildir. Ama doktorlar, enerjilerinin bitmeyeceğine inanarak başladıkları hayatta, hayatın her an bitebileceği gerçeği ile yüzleştikçe, hayat karşısında umursamazlaşma riskini bir meslek hastalığı gibi taşır.

Toplumumuzun en tepesinden en altına uzanan zengin olma ya da servet sahibi olma arzusundan doktorlar da nasibini alır. Bir farkla, doktorlar hemen hiç zengin olmasalar da, belki hayat yorgunu olanlar çokça olduğu için, zengin göstermeyi sevebilirler. İyi bir hayat yaşamak (örneğin bolca bahşiş vermek veya şık bir araba kullanmak gibi), zengin olmasalar da zengin hissetmenin araçlarından birisi sayılır.

Ama mutabakat aranmadan yapılan mevzuat düzenlemeleri ile hizaya sokulmak, para 'düşkünlüklerine' bir ders verelim denmiş yüzde 95’i zaten orta halli veya onun da altında bir gelir düzeyinde yaşamaktadır. Yasalar hakkında yetkililerin söylemleri, doktorları kendi çıkarları için halkın hizmet almasına engel olmakla suçlamaktan öte bir içerik taşımıyordu. Bu tarz “vurun doktora!” (ya da “vurun bir avuç muayenehaneciye!”) uygulamasının, bu işten 'açıktan' ve gayrimeşru kazanç sağlayan az sayıdaki tıp mensubuna hiç dokunmayacağını görebiliyorum. Halkın sağlığını geliştirici sahici bir sonucu olacak mı, onu tahmin etmek zor.

Oysa, doktorları bırakın tam gün, tam ömür çalıştırmanın (yıllardır denenmiş) basit bir yolu var: Tıp fakültesinden çıktığı anda, mesleğe girişinin ana sebebi olan, insanların hayatına eşsiz bir katkı yapabilme, kendini vazgeçilmez görebilme gibi ihtiyaçların karşılanabileceği bir sağlık hizmeti ortamı yaratmak.

 

 (*) İki yıl önce Tıp Bayramı ve tam gün tartışmaları vesilesiyle yazılmış bir yazı ve çizgi. Tekrar yayımlıyorum.