Türkiye’nin yine malum ekonomik gündemi dolar/TL rekoru meselesinde kilitlendi. Tüm yurttaşlar olarak her gün yeni rekor takip ediyoruz. ‘Dolar 4.0’ı kırdı kıracak…’

Fakat buradaki kilit nokta ise bu gündemin kısa zaman aralıklarıyla her daim hayatımızda oluşu, Türkiye’nin ‘kırılgan ülke’, ‘riskli ülke’, ‘ekonomik sarsıntıya en açık ülke’ olduğu tespitlerinin yapılıyor ama aynı zamanda bu sorunların derinleşiyor oluşu.

Şöyle bir sarmaldan çıkamıyoruz: ekonomi yüzde 7 civarı büyüyor diyoruz, ama aynı zamanda işsizlik oranının yüzde 10’larda demirleyip kalmasına sessiz kalıyoruz. Gelirlerdeki artışın ücretli emeğe, toplumun tüm emekçi kesimlerine, çalışanlarına ulaşmadığını bile bile geliri buharlaştıranlardan biri olan faizi artırmaya devam ediyoruz. Borçlar artıyor, dış dünyaya daha borçlu hale geliyoruz, cari açık yükseliyor, yani daha kırılgan hale geliyoruz. Kırılgan hale geldikçe, dış kaynak ihtiyacı yani nam-ı diğer sıcak para ihtiyacı artıyor. Bu ihtiyaca binaen faizler daha da yükseliyor (2014 yılında yaklaşık yüzde 8 iken 2018 yılında yüzde 14’lerden inmiyor). Yani dolar artıyor, arttıkça faizler de artıyor, eh ülkenin ücretli kesiminin gelirleri ihtiyaçlarını karşılamaya yetmiyor, dolayısıyla borçlanma faizlerinin de artıyor oluşuyla cebimizden daha fazla para çıkıyor. Diğer bir yandan devlet, Hazine kanalıyla borçlanıyor, Hazine daha yüksek faizden borçlanıyor, sonucunda vergiler, zamlar derken cebimizden yine daha fazla para çıkıyor.

Kısaca bu işlerin ucu hep ücretli kesime dokunuyor, para onların cebinden çıkıyor.

Diğer bir yandan da tüm dünyada endüstri 4.0 başlığı altında sanayi teknolojilerinde bir atılım, dijitalleşme, imalat sanayisinde güçlenme iddiaları konuşulurken, Türkiye rant-faiz- dolar üçgeninde debelenip duruyor. İşin kötü tarafı ise bu bir sorun olarak değil, bir başarı olarak tanıtılıyor. Ekonomik reçete olarak yüksek faiz- yüksek dolar atmosferinde inşaat, hizmet işleri odaklı borçla harçla büyüme sunuluyor.

Yani kısacası dünya ‘endüstri 4.0’ derken, Türkiye ‘dolar 4.0’ın ağır sonuçlarıyla yüzleşiyor.

dolar-4-0-444644-1.Dolayısıyla tam da bugün, 1 euro 5 tl, 1 dolar da 4 tl sınırına yaklaşmışken, nasıl bu iklimi tersine çevirebiliriz, sanayileşme trenini nasıl yakalarız da, şu başımıza bela olan dış bağımlılıktan bir nebze de olsa kurtuluruz konusunu tartışmak gerekiyor. Bu aynı zamanda, fabrikalarımızı kapanmaktan, çevremizi-doğamızı talandan, derelerimizi kurumaktan nasıl kurtarırız tartışmasına da kuşkusuz tekabül ediyor. Ve elbette ki, aynı zamanda dolar kurunu bu kadar hayati kılmayacak, onun yerine ulusal ekonomik gücümüzü ve değerlerimizi koruyup geliştireceğimiz bir gelecek inşası tartışmalarını da barındırıyor.

Bu tartışmalara mütevazı bir katkı sunması bakımından TMMOB Makina Mühendisleri Odası tarafından hazırlanan, benim de hazırlayanlar arasında olduğum bir rapor yayımlandı: Dünya’da ve Türkiye’de Araştırma ve Geliştirme Faaliyetleri.

Neden Ar-Ge derseniz, üretim, sanayi, bilim, eğitim ve teknoloji sorunsalını bütünlüklü olarak inceleyebileceğimiz bir alana ışık tutuyor çünkü.

Bilindiği gibi Araştırma- Geliştirme (Ar-Ge) faaliyetlerinin, ülkenin genel anlamda ekonomik kalkınmasında, özelde ürettiği katma değerde ve küresel rekabetteki yerinde önemli bir yeri var. Bilgi toplumu, bilgiye dayalı üretim toplumu olma yolunda sorgulanması gereken göstergelerden biri. Dolayısıyla ülkemizde araştırma ve geliştirmeye nasıl bakıldığı, nasıl bir politikayla ele alındığı, aynı zamanda sanayiye bakışımız hakkında ipuçlarını ortaya koyuyor.

Rapor da bu konuyu işliyor. Öncelikle ülkemizde başka bir övünülen mesele haline gelen Ar-Ge harcamalarına yakından bakıyor. 2008 yılından sonra Ar-Ge merkezlerine ilişkin yasa ile Ar-Ge harcamalarında bir sıçrama yakalansa da, dünya ülkeleri içindeki yerine bakılınca oldukça düşük bir seviyede kaldığının ilk olarak altı çiziliyor. Ve 1995 yılına göre yapılan bir kıyaslamada diğer ülkelere göre çok da kayda değer bir yol kat edemediği izleniyor.

Diğer bir taraftan Ar-Ge faaliyetlerine aktarılan kaynağın yaklaşık olarak yüzde 40’ının beşeri ve sosyal bilimlere, yüzde 19’unun ise mühendislik bilimlerine ayrıldığı kaleme alınıyor. Buradaki ilgi çekici nokta ise, mühendislik bilimlerine harcanan kaynakların yapısına bakıldığında bunların yüzde 52,3’ünün personel giderlerinden oluşması ve aynı zamanda mühendislik ile sosyal bilimlerde makine/teçhizat yatırımlarının neredeyse aynı oranda olması oluyor. Bu durum, Ar-Ge faaliyetlerinin, gerektirdiği nitelik aranmaksızın birçok makine/teçhizatın alımının içerildiği Ar-Ge harcamalarından oluştuğuna dikkat çekiyor. Diğer bir ifadeyle Ar-Ge harcamalarının aslında ‘gerçek’ Ar-Ge tanımına uymadığı, raporda farklı farklı verilerle tartışılıyor.

Esasında işin özü, diğer bütün alanların işaret ettiği gibi bütünsel bir alana teşkil eden Ar-Ge faaliyetlerinde de ülkemizin sanayiden uzaklaştığı, yüzünü rant faaliyetlerine döndüğü gerçeği yine karşımıza çıkıyor.

Hal böyle olunca nitelikli, eğitimli işgücüne böylesi bir ekonomik modelin ihtiyacı da kalmıyor. Eğitim geri vitese alınıyor, koskoca bir işgücü ordusu işsizliğe ve taşeronlaşmış işlere terk ediliyor. Kaynaklar çarçur edilirken, ülke kendi kendine yetebileceği alanları dışa bağımlı hale getiriyor.

İşte böyle böyle doların seyrine yani uluslar arası finans sermayesinin vicdanına, kar açlığına terk edilmiş ekonomi içinde buluyoruz kendimizi. Bütün gün dolar kurunun, kuruş azalıp azalmayacağı ile ilgili tezler geliştirip duruyoruz. Zamanımız, yeni bir ürün, topluma daha faydalı bir teknolojinin bulunmasına değil, finans dedikodularını anlamakla geçiyor. Oysa önümüzden geçip giden bir tren var, bu trene dönüp bakmıyoruz bile.