ZEYNEP ALTIOK AKATLI Her geçen gün yoksullaşan ülkemizde ekonomik krizin artık her evde ağırlığınca hissedildiği günlerde iktidarın adeta can havliyle seçim öncesi için iyi düşünülmüş Tanzim satış hamlesi gündemde. Üretimi olmayan bir ekonominin büyüme getirmeyeceği aşikâr. Nihayetinde bugüne kadar tarım politikaları başta olmak üzere yanlış tercihlerle yürütülen sürdürülebilir rant hayali çıkmaza girdi. İktidarın maharetli ekonomistlere […]

Domates, biber, kadın

Her geçen gün yoksullaşan ülkemizde ekonomik krizin artık her evde ağırlığınca hissedildiği günlerde iktidarın adeta can havliyle seçim öncesi için iyi düşünülmüş Tanzim satış hamlesi gündemde. Üretimi olmayan bir ekonominin büyüme getirmeyeceği aşikâr. Nihayetinde bugüne kadar tarım politikaları başta olmak üzere yanlış tercihlerle yürütülen sürdürülebilir rant hayali çıkmaza girdi. İktidarın maharetli ekonomistlere düzenlettiği afili grafik tablolarla algıda büyütülen ancak sadece inşaat sektörüne bağımlı çökertilen Türkiyesi yokuş aşağı her gün daha fazla emekçiyi, çiftçiyi, işsizi, yoksulu öğüterek, yutarak yuvarlanıyor. Büyük kriz kapıda değil çocuğumuzun odasında onun yatağında yerleşik bir arsızlıkla yatmakta. Bu hal iktidardakiler için de bir sorun elbette ama çıkmaza girmesiyle değil de o çıkmazın çaktırılmaması ve rantın sekteye uğraması endişesiyle. Hal böyleyken siyaset mühendisleri devreye sokularak -satın alınmış saatlerle- iktidarın medyasında bir seçim kampanyası olarak büyük tanzim satış buluşu pompalanıyor. Bu projenin sergilediği gerçekse bambaşka. İnsanlar perişan! 2 TL ucuz sebze için oluşan uzun kuyruklar kimsenin sahici gündeminde değil.

Tarımda kendine yeten 7 ülkeden biri konumundan yoksulluk kuyruklarına evirilen ülkede çitçinin, geldiği durum içler acısı. İpoteksiz arazi yok, çiftçini kredi borçları %190 artmış, Mazot %85, gübre %110, tohum %95, zirai ilaç %100 ün üzerinde zamlanmışken gıda enflasyonu durmak bilmeden artıyor. Bir yıl içinde sadece soğanın fiyatı %231 artmış. Vatandaş kuru soğana dahi talim edemiyor. Bu vahim tablo karşısında çözüm teşvik politikaları üretmek yerine iktidarın zararına satış formülünü öven yayınlardan ibaret. CHP’li belediyelerin tanzim satış uygulamalarının sağ iktidarlar tarafından sonlandırılması, Et Balık Kurumu başta olmak üzere tüm halkçı kurumların bir bir satılması, kapatılması, sömürülüp yok edilmesi, özelleştirmeler, Şeker Fabrikaları satışı ve bugün yoksulluk kuyrukları yaratan “büyük hizmet” ayrı bir yazının konusu olacak kadar çok katmanlı ve mühim. Ancak ben işin başka bir yönüne dikkat çekmek istiyorum.

Ülkenin başta ekonomi olmak üzere eğitim, bilim, hukuk, ahlak, moral ve nice yönden çöküşü daha büyük bir farkındalık gerektiriyor. Bu ise ne yazık ki düşünen ve üreten toplumla mümkün. Büyük çöküşün sebebi kalkınmanın baş düşmanı gerici politikaların geldiği yere de bu bağlamda bakalım.

Bu aşamada daha evvel ‘asgari ücret artışının enflasyonu tetikleyeceği’, ‘ekonominin futbol kulüpleri sayesinde kurtulacağı’ gibi bilimsel ve dahiyane çözümleri olan Abdurrahman Yıldırım iktidarın sesi olma görevini ekranlarda başarıyla sürdürüyor. Yıldırım sebze ve meyvenin “kadın fiyatından fazla” kâr getirmesine tepkili! Neresinden tutalım şimdi bunun? İlk aklına gelen kıyas “metasının” kadın satışı olması kendisinin bu alanda hayli vakıf olduğunu göstermekte. Ancak bunun konuşulması bu basitmiş gibi görünen cümlenin ardındaki bin bir sorunun görünmez olmasını getirecek popüler bir tartışma konusu olarak kalır ki bu tam da bugün yaratılmak istenen eril, gerici, yoz toplumun doğal refleksidir.

Kurulan cümle çok ama çok ağır bir sosyolojik ve toplumsal gerçekliğin özetidir.Cumhuriyet’in kuruluşundan bu yana aydınlanmayı, ilerlemeyi hazmedemeyen bağnaz ve erkek egemen aklın adım adım dönüştürdüğü rejimin hâkim kimliğini ifşa etmektedir. Bu noktaya bilinçli bir tercihle adım adım getirildik. Önce düşünce hedef alındı, eğitim çökertildi. Sonra özgürlük adı altında yapılan düzenlemelerle gerici ve baskıcı dayatmalar odağına kadını alarak tahrik olma güvencesiyle şiddeti, cinayeti, tecavüzü, kadınları yaşamın içinde kopartmayı, metalaştırmayı getirdi. Sonuçta kadını mal olarak gören, “aile”, “namus” kriterlerinin itiraz edilemez olmasını sağlayan hukuki düzenlemeler gerçekleştirildi. Ama daha da vahim olan kadına yönelik her türlü ayrımın yüce Türk liderinin “fıtrat” buyruğu altında meşrulaştırılmasıyla yerleşen tutumdur. O tutum, o bakış olanca netliğiyle ekranda modern görünümlü, ekonomi değerlendirmeleri yapan bir çapsızın uzmanlığıyla yönetilen bir ülkenin hâkim tutumdur. Bu sığlık en masum ama tehlikeli haliyle konformist yazılarıyla tanınan köşe yazarının; tarımın çiftçinin getirildiği durumu yok sayarak tanzim satış için kurduğu “bu sayede manav, kabzımal, pazarcı kendine çeki düzen verir” aymazlığından, en korkunç haliyle yandaş ve tetikçi gazetenin “Erdoğan patlıcanı ellerine verdi” manşetine uzanan derin bir umarsızlık ve bencillik halinin yayılıp kalıcılaşmasını getirmektedir. Yerleştirilen toplum kodlarının neden ve nasıl oluşturulduğunu, bu kodların yerleşmesinde görevli ve işbirlikçi aydınların rolünü, muhakemesini ve reflekslerini yitiren birey ve toplum tasarımının nasıl yerleştirildiğini ‘İçi Boşaltılan Cumhuriyet ve Laiklik’ kitabımda çok boyutlu olarak göstermeye çalıştım. Mamafih “bu kadar kâr kadın ticaretinde yok” cümlesinin nasıl kurulabildiğini, gösterilecek tepkinin sadece bu cümlenin “münferit”liğine hapsolmaması ve sonuç alıcı bir farkındalığa dönüşmesi adına birkaç tespit ve veri üzerinden düşündürmek isterim.

TÜİK tarafından açıklanan 2018 verilerine göre ülkemizde okuma yazma bilmeyen kadınların oranı %15. Yüksek okul mezunu kadınların oranı 2017’de %14’ken %5’e gerilemiş. Lise mezunu kadınlar %20’den %16’ya, orta okul mezunluğu %11’den %4’e düşmüş. Eğitimde bilimsellikten uzaklaşma ve müfredat sorunu bir yana total nüfusun eğitim oranlarında gerileme söz konusuyken kadınlarda bu oranlar iktidarın dayattığı görev tanımlarıyla da uyumlu olarak zaten problemli bir konumdan daha da problemli bir duruma eviriliyor. Kadınların iş gücüne katılımı %30, bu %30’un yarıdan fazlası güvencesiz çalışıyor. Çünkü kadının yeri evdir, çalışma alanı temizlik, bakıcılık, yemek pişirme yani eve ek gelir sağlayıcı kölelik kapsamında kalır. Her üç kadından birinin en az bir kez cinsel istismara uğradığı, kadına yönelik şiddetin %1400 arttığı bu şiddet rejiminde kadının satılabilir olması ve domates, biber ve patlıcandan daha az kâr getirmesi normal olandır. Tecavüzü meşrulaştıracak çocuk yaşta evliliklerin önünü açacak yasal düzenlemeler kadın bakan tarafından “bir kereden bir şey olmaz” affediciliğindeyken, çocuk yaşta “kendi rızası” ile evlendirilenlerin, onları bu rızaya zorlayan ailelerin ve suçlu bulunan/hüküm giyenlerin mağduriyetinin savunulması da ana muhalefetin erkek vekiline düşüyorsa büyük eril aklı hücrelerimize kadar hissettiğimizi söylemeliyim. Bu “mağduriyetin” dile getirilmesiyle iktidarın TBMM’de emek emek geri çektirilen yasanın yeniden gündeme getirilmesi için hem de “CHP de istiyor” diyerek harekete geçmesi bir oldu. Bu durum eleştirildiğinde erkek kibri ile hatasını dahi kabul etmeyerek “ben partimizin bilgisiyle açıklamamı yaptım” diyen vekilimize sitem etmek ne yazık ki kadının giderek gerileten konumunu kurtarmıyor. Bu durum can acıtıcı olmanın çok ötesinde kadına bakışı, kadının yerini belirleyen yerleşik aklın kendine edindiği güçlü konum ve bu bakışın sözde laik kesimlerde dahi erkekler nezdinde yerleştiği yer açısından önemli bir göstergedir.

Özetle bu cümle kadına biçilen rolü olanca iğrençliğiyle ve açıkça ifşa etmekte. Cumhurbaşkanı, okumuşu, profesörü, rektörü, eğitimcisi, bakanı, vekili tarafından sarfedilen benzer akıl almazlıkta cümleler çok. Ancak hiç biri ekonomiden demokrasiye, eğitimden seviyeye kadar kapsamlı kodlar içermiyor sanırım. Bu cümle bize diyor ki;

-Kadın satışı gayet doğal gündeme getirilebilecek bir olgudur ve ülkemizde kıyas için gerekli kâr/zarar analizi içinde veri sağlayabilecek kadar takip edilmektedir.

-Kadına biçilen fiyat domates, biber kadar ucuz olmalıdır. Tabi tersten de okuyabiliriz yani ülke o kadar hazin durumda ki sebze artık her şeyin üzerinde bir değerde. Yani artık borsalarda TL ile değil biberle yer alabiliriz.

-Çiftçinin yoksulluğu, muhtaçlığı kimsenin umurunda değildir. Çiftçinin “biber sektörü”nde kâr oranı ancak uyuşturucu sektörü ile kıyaslanabilecek kadar yüksek algısı yerleştirilmelidir.

Yani ülkede tarım sorunu yoktur. Yoksulluk yoktur. Gerileme yoktur. Sadece ucuz kadın ve iktidarın bahşettiği ucuz ürün vardır.

KADIN VE SİYASET

Gelelim kadının siyasetteki yerine. Önümüzde bir yerel seçim var. Her seçim öncesinde olduğu gibi tüm partiler kadın adaylara her zamankinden çok yer verileceği yönünde açıklamalar yaptılar. Bugün mevcut kadın milletvekili sayısı 600 de 96 yani %16. Ülkemiz kadın vekil oranı ile 186 ülke arasında 132. sırada. Oysa Atatürk’ün Türkiyesi’nde kadına seçme ve seçilme hakkı, örneğin kadın milletvekili oranı %47,7 olan kuzey ülkelerinden on yıllar evvel tanınmıştı. Bürokrasi üst yönetiminde kadın oranı yalnızca %11. Türkiye’de erkek vali sayısı 79 iken, yalnızca 2 kadın vali var. 943 erkek kaymakam varken sadece 14 kadın kaymakam mevcut. Kadın savcı oranı % 9. 4 bin 406 erkek savcı bulunurken, kadın savcı sayısı sadece 448. Kadın büyükelçi oranı da yüzde 1.7 düzeyinde. 2 bin 356 erkek büyükelçiye karşın, sadece 43 kadın büyükelçi görev yapıyor. Devlet üniversite rektörlerinde de durum pek farklı değil. Kadın akademisyen oranı yüzde 43 olmasına rağmen kadın rektör oranı sadece yüzde 3. (108 erkek) 50.000den fazla muhtar içinde 674 kadın var. Hal böyleyken RTE gururla sunar: «Kamuda, eğitimde, bürokraside kadın, en büyük sıçramayı bizim dönemimizde gerçekleştirmiştir.»

Bizi bekleyen yerel seçimler öncesinde kadın temsiline yerel yönetimler açısından da bakmakta fayda var. Türkiye’de kadın belediye başkan oranı %2.86. Nüfusun yüzde 50’sini oluşturan kadınların yerel yönetimlerdeki yeri düşündürücü değil hazin. 30 büyükşehirde 3, 51 ilde sadece 1 ve 919 ilçede 33 ilçe belediye başkanı kadın. Gösterilen kadın aday sayısı bunun bile yakınından geçmiyor.

Bu seçimlerde aday adayı olmasına rağmen listelerde kendisine yer verilmeyen, geçmişte Menemen’e bağlı Seyrek’te başarılı bir belediye başkanlığı tecrübesi de bulunan Nurgül Uçar’ın paylaştığı veriye göre 1930 ile 2018 yılları arasında üç büyük şehre baktığımızda İstanbul’da 5, Ankara’da 2 ve İzmir’de ise 10 kadın belediye başkanı seçilebilmiş.

Siyasette kadın temsili için liyakat kriteri “kadın olmak” olamaz.

İktidarın kadına bakışı net. Bu tablo karşısında ana muhalefetin ilerleyen çağdaş Türkiye için ortaya koyduğu parti programının güvenilir olabilmesi için kadınlara verdiği değerin de görünür olması gerekir. Üstelik ortada kamuoyu önünde verilmiş sözler varken. Ancak tıpkı yazının ana konusu olan cümle kadar tehlikeli “kadınlar kadınları istemiyor” cümlesi tüm durumun izahını tek başına verebilecek niteliktedir. Bu cümlenin de alt okuması yapılmalıdır. Zira bu bakış salt kadın temsilini değil genel bir durum saptama, vizyon ve çözüm getirme, eyleme geçme zaafını açıkça ortaya koyuyor. Siyasette kadının temsili için liyakat kriteri “kadınlık” olduğu sürece ne elimizden alınmak istenen Cumhuriyet rejimine sahip çıkmak, ne de mevcut iktidarın karşısında güçlü bir alternatif sunmak mümkündür. Kadınların belediye başkanlığı için nerelerde ve ne şekilde adının geçtiğine baktığımızda ağırlıklı olarak ya niteliğe bakılmaksızın küçük ilçelerde, ya da alınması mümkün görülmeyen, kaybı asla mümkün olmayan yerlerde kadınlara alan açıldığını görüyoruz. Hatta kaybı asla mümkün olmayan kimi yerlerde yeniden aday gösterilmeyen kadınların yerine erkeklerin atandığını, kimi yerlerde nitelikli kadın adaylar varken yok sayıldıklarını, son dakikada çizilerek kim bilir hangi nedenlerle yerlerine eşit liyakat ölçütü olmaksızın erkek adaylar yerleştirildiğini görüyoruz. Adayı çok güçlü olan ve İzmir için büyük bir vizyonla değişim sağlayacağına emin olduğum İzmir büyükşehir adayımız Tunç Soyer yerine yine başarılı ve meclis çalışmalarından çekildiğinde görev alanı için büyük eksiklik doğuracak bir kadın milletvekili arkadaşımızın adının salt popülerlik üzerinden gündeme getirilip tartıştırılması da bu genel bakışın bir başka anlamlı örneği. Bu kadın aday yoksunluğu içinde zaten kotanın altında ve çok az sayıda kadın temsili olan Meclis’ten, üstelik parlamentoda ilk kez çoğunluğunu da yitirmiş iktidar karşısında koltuk kaybetmeyi göze alan tuhaf düşünce sistematiği kadınların siyaset içinde var olmasının önündeki en büyük engeldir. İktidar partisinin İzmir’i “mahallenin en güzel kızı” olarak tanımlayan adayına kadın ve erkek milletvekillerinden yükselen itirazın hatta savunmanın gerekçesi de çarpıcıdır. Genel başkan yardımcısı düzeyinde İzmir’in delikanlı bir kent olması ve delikanlı tokadı göndermesinden daha üzücü olan kadın ya da kız benzetmesinden rencide olunmasıdır. Kanımca Zeybekci belki de katıldığım tek cümleyi sarfetmiştir. Evet, İzmir mahallenin en güzel kızıdır. Bırakın istesinler. Sahi kim istemez?

Milletvekili seçildiğimde bana ilk yöneltilen soru “Kadınlar için ne yapacaksınız?” olduğunda elbette kadınların hakları için de çalışacağımı belirtmiş ama kadın milletvekili olarak asıl görevimin kadın hakları olarak görülmesine de açıkça tepki dile getirmiştim. Ana muhalefet liderinin “Kadın aday istiyoruz, kadın arkadaşlar da erkek aday öneriyorlar” açıklaması akla “hangi kriterle, hangi ilçeye, hangi kadın öneriliyor?” sorusunu getirmelidir. Parti dışından üye dahi olmayan, iş dünyasından sırf ismi biliniyor diye önerilen kadınlar varsa; örneğin onların yerine liyakat kriterlerine göre, üstelik çoktan hak eden bir erkeğin önerilmesi kadın haklarına ters mi düşer? Kanımca asla. Bu yerel seçim, ülkemiz için birçok anlamda önemli değişim ve gelişim için nefes alanları yaratacak olan belediyelerimizin belirlenecek olması nedeni ile çok büyük önem taşıyor. Bu nedenle aday belirleme süreç ve kriterleri belirlenirken – kadın aday temsili dahil- siyasi gerçeklikler, bilimsel veriler ve liyakat ışığında karar verilmesi esas olmalıdır. Şüphesiz ki sosyal demokrat belediye hizmetleri yani sürdürülebilir başarı için solun eşitlik, özgürlük ve vicdan ilkelerini benimsemiş olmak, siyasi ahlak ve temiz belediyecilik anlayışı cinsiyetin önündedir. Cinsiyet kriteri, asla tutturulmayan ama belirleyici olan kota kriterleri ile değil az önce saydığım değerlerle birlikte belirleyici olmalıdır. Son günlerde tartışma konusu olan “kadın il başkanı kadınları istemedi” algısının kadınlar tarafından kamuoyu önünde (birçok başka yaşanmışlık ve örnek ortadayken) bu yalınlıkla ve kadınlık üzerinden tartışılması da kurulan cümleler kadar analize muhtaçtır. Haklı ya da haksız sebeplerden bağımsız olarak sonuçta istediği erkek adayları her itiraza rağmen (!) getirebilen sistem kadınları da -ihtiyaç varsa- kadınlara karşı dahi koruyabilecek erke sahip değil mi? Bu durum kadına yönelik bilinçli olarak yerleştirilen bakışın kadınlar tarafından da kabul gördüğü ve benimsendiğini işaret ediyor ki bu hepsinden vahim.

Martın sonu ancak kadınlarla bahar olacak.