Hüseyin Üzmez’i cezaevi çıkışında eşi karşılamış. Haberi önce “52 yaşındaki eşi” diye okudum, sonra bir baktım, “kendisinden 52 yaş küçük eşi” diye yazıyormuş. Şaşırmadım. Haberin...

Hüseyin Üzmez’i cezaevi çıkışında eşi karşılamış. Haberi önce “52 yaşındaki eşi” diye okudum, sonra bir baktım, “kendisinden 52 yaş küçük eşi” diye yazıyormuş. Şaşırmadım. Haberin devamında Üzmez’in eşinin babası Mustafa Yılmaz’ın da bir demeci vardı: “Peygamber efendimiz de Ayşe anamız 9 yaşındayken evlendi!”

Şimdiii…. Ey özgürlük savunucuları, alın size bir inanç özgürlüğü daha…  Sadece başörtüsünü savunmayın, bunu da savunun ya da Mustafa Yılmaz’a “Yalancı yalancı! Kapa çeneni!” deyin. Ya da bize dönün, “Bu adam yalan söylüyor, inanmayın” deyin. Ey özgürlükçü solcular! “Söz konusu özgürlükse önkoşulu olmaz” diye dergilerine kapak yapanlar… Alın bu da size kapak olsun: Başörtüsü örten de ve bu “adam(lar)” da aynı inancın gereğini yerine getirmiyor mu? Bunu da söyleyin. Eyyamcılık yapmayın ve bu yeni fırsatı değerlendirin: Militan özgürlükçülüğünüzü sonuna dek götürün. Cinsiyet ayrımcılığından vazgeçin, madem Müslüman kadınların inanç özgürlüğünü savunuyorsunuz, Müslüman erkeklerin inanç özgürlüğünü de savunun!

Peki ama Marksist olmak solcu olmak nedir? İşte mesela özgürlükçülük adına Hüseyin Üzmezleri savunuyor duruma düşmemektir. Merak etmeyin, malum özgürlükçülerin bu adamı savunmadıklarını, hatta ondan tiksindiklerini pekâlâ biliyorum, ama domuzluğuna söylüyorum bunları. Çünkü önkoşulu olmayan bir özgürlük, önkoşulu olmayan bir İslamiyet savunanlar, tam teşekküllü bir İslamiyet koşullarında Üzmezlere hiçbir şey yapamaz. Herkes için (Üzmez’in yatağına aldığı kız çocuğu da dahil) özgürlükçü bir laiklik ancak sınırlı bir İslamiyet ortamında mümkündür; işte bu kadar!

Madalyonun bir de öbür yüzü var. Solculuk elbette laiklikten ya da “tek yol devrim” demekten ibaret değil. Geçen hafta BirGün’de genç adaşım, Melih Altınok’un haklı olarak  yazdığı üzere; her soruya cevabımız “Telaşa mahal yok. Allah kerim tek yol devrim” olmasa gerek… Başka sözümüz yok mu? Var. Üstelik bütün bunlar özellikle yerel seçim çalışmalarında, şayet yapılacaksa, epey lazım olacak. O halde bir kez daha soralım, bugünkü ahval ve şeraitte bir Marksist, bir devrimci ne yapar?

Siyasi gerçekleri açıklama kampanyası sürdürür, söylenmeyenleri söyler (bunlara, İslamiyet hakkında Mustafa Yılmaz’ın altını çizdiği gerçekler de dahildir!). Güncel konularda, iddianamenin, Ergenekon’un-kontrgerillanın ABD tarafından kurdurulduğu şeklindeki tespitini onaylar ve sonra, aynı  iddianamenin söylemediğini (gizlediğini) de söyler: ABD’nin bu davanın bir numaralı sanığı olduğunu açıklar. Bu davanın bir numaralı sanığının bu davanın perde arkasındaki bir numaralı  yargılayıcısı olmasındaki garabeti dile getirir. Mesela “darbe günlükleri” iddianamenin neresinde? diye merak etmeyi sürdürür. Kürtlere yönelik faili meçhullerin failini bulmak üzere mahkemeye başvuran avukatların talebinin reddedilmesi karşısında, sadece bu nedenle bile, bu davadan beklentilerini, varsa eğer, gözden geçirir.

Başka ne yapar? “Tek yol devrim der” ama devrimi beklemeden bütün eşitsizliklere karşı çıkar, özgürlüklerin çoğalması için mücadele eder. Çünkü bunları yapmazsa, kölelik ve zulüm daha da yoğunlaşır. Bu yüzden sistem içi mücadeleye de kesinlikle önem verir. Yine devrimi beklemeden ve devrimi yapabilmek için, toplumsal düzeyde özgür ve eşit ilişkilerin nüvelerini oluşturur; toplumsal dayanışmayı örgütlemek peşinde koşar. Solun gelişmesi için iradi bir ortam yaratır. Cemaatlerin, loncaların ve locaların karşısında, mutlaka, devrimcilerin dayanışma tarzlarıyla (komünleriyle!) dikilen toplulukları yer almalıdır.

Ve nihayet, pembe tablolar çizmez, felaket tellallığı yapar ve fukara edebiyatı yazar:

Nisan ayında bu köşede “Fukaralık edebiyatçısıyım ve felaket tellalıyım” diye yazmıştım. Sercan hakkındaydı, 14 yaşında açlıktan ölen bir kız çocuğu hakkında. Tesadüf bu ya, Hüseyin Üzmez mahkemesiyle aynı gün “Sercan’ın mahkemesi” de sonuçlandı. Mahkeme ölümünden dolayı Sercan’ı suçlu buldu. Bu ülkede İslam’ın gereklerini yerine getirmek elbette suç değildir ama açlık çekmek bir suçtur. Tescillenmiştir. İnançların, adaletin böyle olduğunu kabul eden “insanların” karşısında, işbu yazımda ilan ediyorum: Domuz olmayı tercih ediyorum!