Sessiz sinema döneminin komedi filmleri çoğunlukla işçi sınıfından karakterlerin ya da işçi olmak için uğraşan işsizlerin hikâyelerini anlatırdı. Her filmde en az bir kere polis tarafından kovalanan Charles Chaplin (Şarlo), Buster Keaton (At Surat), Harold Lloyd (Delikanlı) büyük şehirde tutunmaya çalışan küçük insanlardı. Başları kanunla sürekli belaya girerdi ama bu suçlu olduklarından değil, kimi zaman yanlış anlaşılmadan, kimi zaman da kanunların bariz taraflılığından kaynaklanırdı.

Tüm yapıtlar gibi bu filmler de üretildikleri dönemi yansıtıyor; dünyanın dört bir yanında işçilerin hak arayışına girdiği, hepsinin de farklı oranlarda devlet şiddetiyle karşılaştığı, IWW’nun (Dünya Sanayi İşçileri) en etkin olduğu yıllar...

1905’te Chicago’da kurulan Dünya Sanayi İşçileri (IWW) 20. yüzyılın en güzel işçi hareketlerinden biriydi. 15 yıl gibi kısa bir sürede ABD, Kanada ve Avustralya’dan yüzbinlerce işçi IWW üyesi olmuştu. 1917 Ekim Devrimi’nden sonra yaşanan ‘İlk Kızıl Korkusu’ (First Red Scare) döneminde devlet kurumlarının baskısıyla zayıfladı, hatta Kanada’da yasadışı ilan edildi ama yine de 2. Dünya Savaşı’na kadar çok etkin olmayı başardı. 1979 yapımı The Wobblies adlı müthiş belgesel filmde IWW üyesi işçilerin mahkeme kayıtları şöyle canlandırılır: “Adın ne? Sam Scarlett. Hangi dindensin? IWW. Öyle bir din yok! Benim için sadece o var. En yakın akraban kim? Akrabam yok. Peki, en yakın arkadaşın? Big Bill Haywood (IWW’nin lideri). İyi ama o da seninle birlikte burada? Olsun, o benim en yakın arkadaşım. Hangi millettensin? Milletim yok. Peki, hangi ülkenin yurttaşısın? Sanayi yurttaşıyım. Evin neresi? Cook Bölge Hapishanesi. Ondan öncesini soruyorum. Ohio Cleveland Bölge Hapishanesi. Ondan önce? Ohio Akron Hapishanesi. Sen vatandaş mısın? Hayır, ben ‘Dünya Sanayi İşçileri’ndenim.”

IWW’nin öyle hoş bir uluslar üstü yapısı vardı ki, W harfini okuyamayan Çinli üyelerin aksanını sahiplenip kendilerine ‘the wobblies’ diyorlardı. Yani ABD merkezli bir işçi kuruluşu varlığını, saygınlığını ve yaygın ismini ‘Amerikalı’ olmaya değil, temel önceliği sınıf bilinci olan ‘dünyanın tüm işçileri’ne borçluydu. Şu ifadeler bugün bile IWW Anayasası önsözünde yer almaktadır: “İşçi sınıfı ile patron sınıfının ortak noktası yoktur. Milyonlarca çalışan aç ve muhtaçken ve patronların oluşturduğu azınlık hayatın tüm nimetlerinden faydalanırken huzur ve barıştan söz edilemez. Bu iki sınıf arasındaki mücadele tüm dünya işçileri bir sınıf olarak birleşene, üretim araçlarının mülkiyetini alana, ücret sistemini ortadan kaldırana ve yeryüzüyle uyum içinde bir yaşam kurana dek sürecektir.”

Patronların yanı sıra hem sarı sendikalarla savaşan, hem de kendi içindeki bölünmelerle uğraşan IWW zamanla etkisini yitirdi. Ama bu etki ve güç yitiminin asıl nedeni kapitalizmin yaşadığı değişim ve işçiye yaşattığı dönüşüm olmuştur. Sömürü sistemi tüm teknik gelişmelere rağmen aynıydı aslında, ‘artı değer’ hâlâ oradaydı ve hâlâ patronun cebine giriyordu. Ama Soğuk Savaş’ın yarattığı politik baskı ortamı, bilişim teknolojilerinin yaygınlaşmasıyla işçi profilinde yaşanan -maviden beyaza doğru- değişim, medya üzerinden pompalanan tüketim kültürünün yarattığı refah yanılsaması sınıf bilincini tam da Herbert Marcuse’un "patronun kızıyla aynı marka ruju kullanan sekreter kız" saptamasıyla işaret ettiği şekilde görünmezleştirmeye başlamıştı.

Bunun sinemasal yansımasında mavi yakalıların öyküleri giderek azaldı, yerini sınıf atlamaya çalışan gri ya da beyaz yakalıların bireysel maceralarına bıraktı. Aynı eğriyi Türkiye tarihinin farklı zaman dilimlerinde de görüyoruz. Mesela ‘70lerin işçi hareketliliği ve dayanışması kendini Yılmaz Güney filmlerinden daha çok Canım Kardeşim, Bizim Aile, Neşeli Günler gibi popüler filmlerle gösterirdi. Bugünse Receplerin ülkesinde Receplerin hikâyeleri anlatılıyor.

Neyse ki, tarihin de gösterdiği gibi, gün geliyor, devran dönüyor. Bakalım öyküler nasıl değişecek...