Dönüşen  Türkiye’nin hikâyesi

BARIŞ SARIKAŞ

Selahattin Nehir’in yeni romanı Haziran Senfonisi Altın Kitaplar etiketiyle raflardaki yerini aldı. Kadim zamanların Melitası, 1800’lü yılların Malatya’sında başlıyor hikâye. Okuru sadece Malatya’nın değişen yüzüne değil bir aile hikâyesi üzerinden değişen, dönüşen Türkiye’nin hikâyesine davet eden Nehir, bir taraftan da köklerini bireysel ve kolektif belleğin yardımıyla arayan Göksel’in hikâyesiyle insanın köklerine olan merakını sorgulatıyor.

-Köklerini arayan Göksel’in hikâyesi ile başlıyor roman. Ailesinden en kopuk yaşayan insan bile bir gün köklerini merak ediyor. Nedir bizi köklere çeken?

Bizi köklere çeken şey, öyle sanıyorum ki zaman-ölüm-özlem ve hayata bir anlam verme çabamız. Tıpkı tüm insanlık olarak köklerimizi, nereden geldiğimizi merak ettiğimiz gibi bireysel olarak da bunu merak ediyoruz. Hayatımızın kaynaklarına inmeye çabalıyoruz. Belki o eski zamanlardan bizleri gururlandıracak bir şeylere ihtiyacımız var ya da şimdiki durumdan hoşnut değiliz ve suçlayacak birilerini arıyoruz. En temelinde de insanların hikâyelere olan tükenmez ihtiyacı ve sevgisi var aslında. Serüven arıyoruz, hüzün arıyoruz, umut arıyoruz.

-Arslantepe Höyüğü, Battal Gazi, Dede Kargın, Beydağı’nda yatan ermiş, Kırkgöz Köprüsü ve bunlar gibi tarihi yerler ve tarihi kişilikler üzerinde çalıştığınızı görebiliyoruz. Bunlar romanınızı yazarken size nasıl bir malzeme sağladı?

Romanı yazmaya başladığımda anlatmak istediklerimin beni bahsettiğiniz noktalara götüreceğini planlamamıştım. Araştırmalarım sırasında bunları okumuştum ama bunlarla ne yapabileceğim konusunda bir fikrim yoktu. Romanın en önemli karakterlerinden biri olan Baki bana bir yol açtı. Şehrin tarihteki en ünlü insanı olan Battal Gazi ile benim romanımın Baki’si arasında müthiş bir ilişki, benzer noktalar, etkileşim oluştu. Baki adlı karakterimle bunu yaptıktan sonra da diğer önemli tarihi yerler ve kişilerin birçoğunu Haziran Senfonisi’nde romanın hikâyesi içinde konumlandırmayı başarabildim. Bir şehrin hikâyesi de oldu böylece Haziran Senfonisi; kayısısından dağlarına, rivayetlerinden mitlerine, kahramanlarından efsanelerine, halklarına, yemeklerine, tarihine, tüm kültürüne dair bir anlatı çıktı ortaya.

-Haziran Senfonisi’nde çok sayıda karakter yer alıyor. Bazıları gerçekten okurlarda iz bırakacak türde. Bu karakterlerden ve onları yaratma sürecinizden biraz bahseder misiniz?

Ne kadar objektif olabilirim bilemiyorum ama bir okur gözüyle bakmaya çalıştığımda Baki, Nanne, Kamil, Fatma Ana, Tilki, Göksel, Simge gibi karakterler bende de iz bırakırdı. Ben bir roman yazarken karakterlerimi anlatmak istediğim öyküye, sorunsallara, kitabın duygusuna uygun yapılarda inşa etmeye çabalarım. İlk etapta onlar benim için ana hatları belli ama sürprizlere açık olduğum madenler gibidir. Yazma sürecinde bu karakterler öykünün kendi içsel gücüyle organik hale gelir, kimisi beklediğimden çok azını sunar bana kimisi beni bile hayrete düşürecek zenginliktedir, bazıları ise yazarına başkaldırır, varoluş mücadelesi verir adeta. Bu durumu roman yazarları çok iyi anlayacaklardır. Hiçbir roman başlangıçtaki kararlarınız doğrultusunda ilerleyip ilk plandaki gibi bitmez. Bunda en büyük pay da biraz önce bahsettiğim karakterlerin neredeyse yazarlarından bile bağımsız gelişimleridir. Ben bu süreçte olabildiğince bütünleşirim öykü ve tüm karakterlerle, yani yazdığım roman olmaya çabalarım tüm zihnimle.

-Bölümler değiştikçe üslup ve duygularda da değişimler gerçekleşiyor. Bunun üzerine ne söylersiniz?

Evet, bu durum benim üstünde özellikle düşündüğüm, çok çabaladığım bir planın sonucudur. Burada şunu belirtmem gerekiyor; belki de fark ettiniz, romanın adının Haziran Senfonisi olmasının nedeni de budur aslında. Bu kitabı yazma fikri kafamda oluştuğunda ilk hedefim, hayata duyduğum şaşkınlığın, coşkunun, kırgınlığın etkileriyle; zaman, özlem ve ölüm hakkında hayat dolu, ‘büyük bir roman’ yazmaktı. Olay örgüsüyle, tüm derinlikleriyle çok sayıdaki karakteriyle, taşıdığı tüm duygularla bunu yapacaktım ama aynı zamanda çok sesli bir yapısı olmasını da istiyordum. Bunun yolunu da şöyle buldum: her kısımda ailenin üyelerinden biri -tıpkı bir senfonideki bölümler gibi- kendi duygusuyla metne katılacaktı. Yani bir bütün olarak -anlatıcı Göksel’in sayesinde oluyordu bu- romanın o merkez duygusu hep var olacaktı ve aynı zamanda her kısmın kendine has farklı bir akışı, duygusu, melodisi olacaktı. Bahsettiğiniz durumun sebebi işte bu teknik konulardaki planımdır.

-Romanda Malatya ve İstanbul çok önemli yer tutuyor. Haziran Senfonisi’ndeki İstanbul’dan da biraz bahseder misiniz?

Hikâyemiz Malatya’da ve çevresinde başlayıp ilerliyor ve 1960’lı yıllarla İstanbul’a taşınıyor. İstanbul’a gelen babalarımızın, dedelerimizin, annelerimizin gözlerindeki amansız ve bir o kadar da çekici, güzel bir İstanbul var romanda. Sonra İstanbul’da doğan ilk kuşağın gözündeki şehir var. Romanın anlatıcısı olan Göksel’in şaşkınlığının, ayar tutmazlığının, özleminin, dargınlığının, aşklarının annesi olan İstanbul; Çetin’in mücadelesinin, çilesinin, özverisinin, umudunun, çalışkanlığının, başarısının şehri olan İstanbul; Simge’nin öfkesinin, adalet arayışının, kavgasının sebebi olan İstanbul var Haziran Senfonisi’nde.

-Romanda bazı şiirlere rastlıyoruz; örneğin Baki’nin evine konuk olan Arguvanlı ozanın şiiri, ‘Nanne’ Kısmının başındaki şiir, Göksel’in kendinden alıntı yaptığı mısralar gibi. Bunlar bölgedeki anonim şiirlerden mi yoksa başka bir kaynaktan mı? Ya da siz mi yazdınız?

Bölgenin halk edebiyatı, şiirleri, türküleri oldukça zengin ama bahsettiğiniz şiirleri yazan benim. Şiir’i çok seviyorum ve bence dünyanın en iyi şairleri bizim şairlerimiz. Edebiyatımızın çok güçlü bir kanadıdır bu. Her şiirin en doğru ve güzel hali kendi dilindeki halidir ve biz çok şanslıyız, geçmişten bugüne muhteşem şairlerimiz olmuş.

-Yılda bir kitabınız okurla buluşuyor, yazmak disiplin işi olsa gerek. Sizin nasıl bir yazma planınız, disiplininiz var?

İtiraf etmem gerekirse, hayatta çalışkan olduğum tek konu edebiyat. Tutkuyla bağlıyım yazıya, kitaplara ve şimdiden yeni üç romanın konularını belirledim bile. Uskumruköy’de yaşıyorum, sessiz ve huzurlu bir yer, bazen evimdeki masamın başında bazen de yakınlardaki kafelerde yazmayı tercih ediyorum. Günün her anında kitabım aklımdadır, notlar alırım sürekli. Hafta arası günlerde ve gündüzleri yazmayı tercih ediyorum. Gecelerimi daha çok okumaya, müzik dinlemeye, film izlemeye ayırıyorum. Günlerce yazmadığım da olur, her gün hiç aksatmadan aylarca yazdığım da. Edebiyattan başka hiçbir şey bana çekici gelmiyor artık, yazmadan okumadan nasıl yaşanır unuttum. Bu halim de üretkenliğimi artırıyor haliyle.