Depremdir, virüs salgınıdır, felaketler dolaşıyor yeryüzünde. Elazığ’daki depremden önce gözüm sürekli Çin’de ortaya çıkan virüsle ilgili gazete haberlerine takılıyordu. Özellikle İngilizce yayın yapan gazeteler, koronavirüsüne geniş yer ayırıyordu.

Virüs salgınının tam da ABD ile Çin arasındaki ekonomik mücadelenin yaşandığı günlerde ortaya çıkması, komplo teorisyenlerine ilham vermiş olabilir. Virüs salgını, öncelikle Asya borsalarını etkilemişti. Yine yakınlarda Netfilix’te ‘Pandemic’ adlı bir belgesel yayımlandı, grip salgınını anlatan. Zaten son yıllarda o kadar çok virüs salgını üzerine film ve televizyon dizisi yapılmıştı ki…

Bir yandan Greta Thunberg’in öncülüğünde dünyanın sonunun geldiğine dair uyarılar yapan ve mücadele eden bir hareket de doğmuştu. Dünyanın sonu yaklaşıyor korkusuyla, gizlice dünyanın sonunu arzulayan fantezilerin varlığı, birbirine karışıyor sanki. Lars von Trier’in ‘Melancholia’ adlı filminde de benzer bir durum vardı, Justine dünyanın sonunu arzularken, Claire, aynı zamanda bir anne olarak korkuya kapılır, başta inanmak istemese de… Justine’in Claire ile konuşurken şöyle dediğini hatırlıyorum: “Kimse özlemeyecek dünyayı.”

Sanırım, Greta gibi duyarlı insanları hayal kırıklığına uğratan da Justine gibilerin dünyaya yönelik sevgisizliği ya da Claire’in kocasının otoritelerin iyimser yorumlarına inanmasındaki öngürüsüzlük…

Aslında filmi genel olarak büyük hayal kırıklığının resmi olarak da görmek mümkün. Justine, dünyaya yönelik yaşadığı hayal kırıklığıyla baş edemediği için dünyayı kimsenin özlemeyeceğini düşünür; dünyada adalet yoktur, sevgi yoktur, herkes eninde sonunda ikiyüzlüdür.

Claire’in kocası John, devletin ve bilim çevrelerinin iyimserliğine inanıp gerçekte öyle olmadığını anlayınca, hayal kırıklığına uğrayıp intihar eder. Claire ise başlarda inanmak istemez dünyanın sonunun geldiğine, anladığındaysa çok geçtir artık. Herkes kendisini bu üç kişiden birinin yerine koyabilir rahatlıkla. Ama bu dünyaya, dünyanın sonunun geldiğini görüp gerçekçi bir biçimde harekete geçecek bir dördüncü kişi gerekli. Hayal kırıklıklarıyla baş eden, dünyayı ve olayları inandığı gibi değil de olduğu gibi algılayabilen biri, birileri…

Aslında dünyaya geldiğimizden itibaren etrafımız felaketlerle çevrilidir. Eğer kişi Oidipus çatışmasını uygun bir biçimde hayal kırıklığı yaşamadan çözemediyse aşk bile bir felakete dönüşebilir. Hayatta kalmanın zorlukları ile içgüdülerin doyurulmayı bekleyen acelesi arasında sıkışıp kalmaktır çocukluk. Adam Phillips’in ‘Dehşetler ve Uzmanlar’da yazdığı gibi, “Çocuk hüsrana tahammül etmeyi, yetişkin ise etmemeyi öğrenmek zorundadır.” Günümüzde çocuklarını hiç hüsrana uğratmadan büyütmeyi iyi ebeveynlik olarak görenlerin yanılgısı da burada başlar zaten, muhtemelen kendi yaşadıkları çocukluk hüsranlarını bu şekilde telafi etmeye çalışırlar, iyi bir şey yaptıklarını sanarak.

Bütün bu felaket haberlerine ve insanların felaketlere verdiği tepkilere bakarak, Adorno’nun, “Ev bitti” sözü daha iyi anlaşılıyor. Çoğunluk kendisini evinde hissetmiyor, dünyayı kendi evleri olarak değil de geçici bir misafirlik olarak görüyor, insanlığın ve doğanın bir parçası olduklarına dair hissiyat, özellikle bu çağda zayıflamış gibi görünüyor. Insanın kendini evinde hissetmesi de, öncelikle kendi içindeki yuvayı inşa etmesiyle mümkün, kendi bedenini ve zihnini bir yuva gibi yaşayamadığında dünyanın dışında kalıyor, başka canlılara ve dünyaya olan şeyi kendisinde hissedemiyor.

Virüs salgını, deprem ya da başka bir felaket, hiç eksilmeyecek yaşamımızdan, bazen o felaketin kurbanı, bazen seyircisi olacağız. Ama bütün bu felaketleri nasıl algıladığımız ve nasıl tepki verdiğimiz, hem dünyayı, hem de kendi hayatımızı nasıl yaşadığımızı belirleyecek. İnsan olmak zor ve yaşamak korku verici ama bir o kadar da büyüleyici, eğer diğer bütün canlılarla ve evrenle aramızdaki o görünmez bağı fark edersek…