Libya’nın 2011’de halkı tarafından linç edilerek öldürülen diktatörü Muammer Kaddafi, ‘90ların ortasında bazı öykü ve denemelerinden oluşan bir kitap yayımladı. Önce Arapça sonra Fransızca basılan kitap, 1998’de Escape to Hell and Other Stories (Cehenneme Kaçış ve Diğer Öyküler) adıyla ABD kökenli bir yayınevi tarafından İngilizce yayımlandı.

Bendeki bu son versiyondan özellikle aklımda kalan bir öykü var. “Astronotun İntiharı” başlıklı bu kısa öyküde Kaddafi, uzay araştırmaları iptal edilince işsiz kalan bir astronotun hikâyesini anlatır: “İnsanlığın uzaya baş dönmesinden mustarip olacak kadar çok gitmesinden, hükümetin uzay programlarının maliyetini artık karşılayamaz hale gelmesinden, insanlığın Ay’a gidip hiçbir şey bulamamasından, iki astronotun bilim insanlarının Ay yüzeyinde deniz ve okyanusların varlığına dair yaptığı spekülasyonları boşa çıkarmasından ve ‘Süper Güç’ denilen kibirli ülkelerin bu kaynakları sahiplenip adlandırma yarışından, Ay’daki kaynakları -özellikle deniz kaynaklarını- ve Güneş Sistemi’ndeki diğer gezegenlerin zenginliklerini paylaşma konusunda neredeyse çatışmaya girmesinden, çekilen onca fotoğraftan ve yaşam arayışlarının umutsuzca sönmesinden sonra, insanlık baş dönmesi, mide bulantısı ve kıyamet korkusuyla yeryüzüne döndü. Aslında mesele basitti; bilinen tek yaşam kaynağı Dünya’ydı. Yaşam su ve yiyecek demekti, bize bunu sağlayan tek yer Dünya’ydı. İnsanın gerçek ihtiyacı ekmek, hurma, süt, et ve suydu. Gerekli oksijen de Dünya’yı kuşatıyordu. Böylece insanlık, uzaydaki macerasını bitirip yeryüzüne döndü.”

***

Hikâye böyle başlar ve artık işsiz olan Astronot’un iş arayışıyla devam eder. Adam önce bir marangozun yanında çalışmaya başlar ama ‘kendi uzmanlık alanından uzak’ bu alanda en basit işleri bile yapamaz. Sonra bir tornacının yanında, ardından bir demircinin dükkânında, sonra inşaat ve tesisat işlerinde çalışmayı dener ama hiçbirini beceremez. Boya badana işlerini de dener ama yine ‘kendi uzmanlık alanında eğitimini görmediği’ -Kaddafi Astronot’un eğitimini sürekli küçümseyerek vurgular-, hatta çizim, müzik, örgü işlerini bile bilmediği için hep başarısız olur. Sonunda kenti geride bırakıp çiftçilik yapma umuduyla taşraya gider.

Bir köylü sorar: “Yeryüzü hakkında ne biliyorsun evlat?” Köylü ‘yeryüzü’ (earth) derken gezegeni değil toprağı kastetmektedir. Astronot şöyle cevaplar: “Yeryüzü’nden uzaklaştıkça yerçekiminin etkisi azalır, sonunda tamamen ağırlıksız olacağımız noktaya kadar yavaş yavaş ağırlığımızı kaybederiz. Yeryüzü’nün çekim etkisinden kurtulduktan sonra başka bir gezegene ulaşınca yeniden ağırlığımızı kazanırız. Ve böyle devam edip gider işte…” Köylünün bakışlarındaki “Ne diyor bu adam be?!” ifadesini gören Astronot, daha fazla bilgi vermesi gerektiğini düşünür: “Yeryüzü Jüpiter’den bin 322 kez daha küçüktür, bu yüzden 12 Yeryüzü yılı 1 Jüpiter yılına denk gelir. Jüpiter’in üzerindeki kırmızı leke bile Yeryüzü’nü içine alabilecek kadar genişken, Satürn Yeryüzü’nden 744 kat büyüktür. Yeryüzü’nün kütlesi…”

Köylü hiçbir şey anlamadan dinler. Onu ilgilendiren Yeryüzü ile Jüpiter arasındaki mesafe değil, bu ağaçtan şu ağaca kadar olan mesafedir; derdi Merkür’ün kütlesi değil, o yıl alacağı hasadın ağırlığıdır. Öykü şöyle biter: “Köylü Astronot’u bir başına bırakıp uzaklaştı, büyük olasılıkla adam için üzülmüştü. Sonra Astronot, yeryüzünde yaşamını sürdürebileceği bir iş aramaktan vazgeçip kendini öldürdü.”

***

İlk okuyuşumda öykünün ana fikrinden ve bilimsel gelişmelere karşı kullandığı dilden hiç hoşlanmamıştım; güvenlik nedeniyle oradan oraya göçerek Bedevi çadırında yaşayan bir diktatörden başka ne beklenirdi ki?! On yıl kadar sonra tekrar okuduğumda, büyük olasılıkla çevre sorunlarının ayyuka çıktığı bir dönem olduğu için, biraz daha makul geldiğini, başka gezegenlere kaçmak için girişilen çabanın Dünya’daki yaşam için kullanılmasının önemini düşündüğümü anımsıyorum.

Bugün öyküyü bir kez daha okuduğumda, bu iki hissiyatın arasında kaldığımı fark ettim. Uzay çalışmaları insanlığın gelişimi açısından son derece önemli, ama Türkiye Uzay Ajansı adlı kuruluş lüks VIP minibüs kiralamayla gündeme gelirken, doğru düzgün tarım üretimi bile yapamaz hale gelmiş bir toplumun “İnşallah Ay’a çıkacağız!” sözleriyle kandırılmaya çalışıldığı, insanlar nereye ve neye bakmaları gerektiğini bile bilmeden gökyüzünü izlerken altlarındaki toprak ve yanı başlarındaki ormanın betona dönüştürüldüğü, insana kendini ‘işsiz Astronot çaresizliği yaşayan köylü’ gibi hissettiren bir ülkede yaşıyoruz artık.

Ve gitgide Kaddafi’nin ülkesinden bile daha kötü bir noktaya doğru ilerliyoruz. Einstein’ın meşhur sözünü anımsayarak -”Üçüncü Dünya Savaşı’nda hangi silahlar kullanılacak bilmiyorum, ama dördüncüye sadece taşlar kalacak.”- merak ediyorum, bakalım dördüncü okumada neler hissedeceğim...