Not indirdiği için Moody’s’e ateş püskürenler, FETÖ’cu ilan edenler, eğer malum not indirimi üç sene önce olsaydı paralel ilan edecek olanlar… Diğer bir yanda ise Moody’s’in önceki dolar pompası yaratan etkisine aldırış etmeden objektif bir karar verdiğini savunarak kendilerini Moody’sçi ilan edenler… Şimdilik bu suni tartışma şöyle bir dursun. Herkes bilir ki Moody’s ve benzeri derecelendirme kuruluşları bugün indirirler, yarın daha beter göstergelere bile tam geçer not verir geçerler. Dolayısıyla hükümet bugün kızdığı Moody’s’i yarın yerlere göklere çıkarırsa şaşırmayın. Bu, küresel rotaya ne kadar girdiğinize ve neo-liberalizmin bugünkü çıkarlarıyla ne kadar ‘uyumlu davrandığınıza’ bağlı. Kılavuzu karga olanın diye başlayan deyime binaen demem o ki Türkiye’deki vaziyeti görmek için derecelendirme kurumlarına gerek yok, her şey bugün oldukça aleni.

Bu doğrultuda Türkiye’yi olması gerektiği gibi notlamaya yarayacak birkaç göstergeyi 4 madde de sıralamaya çalışalım;

1- Moody’s’in kararının ötesinde, Türkiye zaten uzunca bir zamandır yatırım yapılan bir ülke değildi. Sabit sermaye yatırımları 2010 yılında yüzde 30’lardayken 6 yıl sonunda eksilere düşecek kadar geriledi. 2016 ikinci çeyreğinde bir önceki döneme göre yüzde 0,6 küçülen yatırımları, kamunun 2016’nın iki çeyreği boyunca yaptığı çılgın altyapı yatırımları bile kurtaramadı. Özel kesimin yatırımlarındaki değişim 2010 yılındaki yüzde 33 artış seviyesinden bugün yüzde -1,6’lara düştüyse, bu halihazırda 6 yıldır sermayenin yeni bir yatırımı Türkiye’de yapmadığını gösterir.

2- İhracat 6 yılda istikrarlı bir şekilde geriledi. Yine 2010 yılında (sıcak paranın akışının bol olduğu dönem), Türkiye sattığı mallar kadar gelirini artırabiliyordu. İhracat miktarı ile değeri arasındaki makas 6 yıl boyunca açıldıkça açıldı, ülkenin sattığı mal miktarı azaldı, kazandığı para daha da azaldı. İhracat miktarı ve değerindeki düşüşte en büyük pay sahibi hem maliyet artışına yol açan ve dolayısıyla hem de TL’de değer kaybı olarak gözlenen dolar kurundaki artış oldu. Diğer bir yandan ihracat yaptığımız ülke gruplarının dağılımında ciddi değişimler gözlendi; 2001’de ABD ihracatımızda yüzde 11,8’lik bir paya sahipken 2015 yılında bu pay yüzde 6,4’e düştü. Tam tersi istikamette payını yaklaşık yüzde 100 artıran Ortadoğu ülkeleri 2015’te neredeyse yüzde 22’lik pay sahibi oldu. Hala lider durumdaki Avrupa ülkelerinin payı ise yüzde 56’lardan yüzde 44’lere düştü. Ülke gruplarının dağılımları, ülkelerin ihraç ürünlerinin niteliğine yani hangi üründe uzmanlaşacaklarına etki eder. Bugüne kadar Avrupa pazarının orta-düşük teknolojili üretim bandında tıkanıp kalan Türkiye’nin artan ilgi alanı Ortadoğu ülkelerine hangi mal ve hizmet alanlarında uzmanlaşacağını göreceğiz. Özellikle altın ihracatı şişkinlikleri veya ‘Savunma ve Havacılık Sanayii’ kalemlerine benzer ‘ürün gruplarının’ öne çıkabileceği bu eğilimin, iktidarın sanayisizleşme ‘tercihine’ de uyumlu bir katkı yapacağı açıktır.

3- Buradan üretimin niteliğine daha fazla ışık tutacak olursak; Temmuz ayında bir önceki yılın aynı dönemine göre yüzde 10,9 küçülen imalat sanayi üretimi önemli bir göstergedir. Sanayi üretimindeki havayı daha net algılamak için beyaz eşya ve otomobilin birinci el satışları burada önemli. Talep tarafında otomobil satışları Temmuz ayında bir önceki yılın aynı dönemine göre yüzde 29’luk tarihi düşüşünü yaşarken, beyaz eşya satışlarında da yüzde 7’ye varan bir daralma gözlendi. Bu iki sektörde yaşanan ciddi düşüş, dış pazara satışlardaki daralmayı da işaret ederken aynı zamanda iç talepte de halkın bu iki ürün grubunda harcama yap(a)madığını ortaya koyuyor. Diğer bir ifadeyle halkın buzdolabı, çamaşır ve bulaşık makinesi vb konut içi ihtiyaçlarını eskisine göre karşılayamadığını anlıyoruz.

4- Türkiye’de gelir yetersizliği nedeniyle tasarruf yapılamamaktadır. Dolayısıyla olağanüstü vergi muafiyetleri ve teşviklerle dışarıdan çekilmesi umulan yatırımlar için tasarruf diye bir çekim kuvveti Türkiye’de yoktur, daha doğrusu uygulanan politikalarla tüketilmiştir. Elde kalan ise tüketimdir.

Tüketim oranı ve dinamiği ise oldukça çekicidir, fakat nereye kadar bu ritmini koruyacağı son derece kaygı vericidir. Genç ve dinamik bir nüfus yapısına sahip Türkiye’de AKP hükümeti kararlarınca gelirden daha çok kredi açılarak borçla tüketim kamçılanmaktadır. Gelirle desteklenmediği için bu borç şişkinliğinin ne zaman patlayacağı veya etkisinin hangi boyutlarda gerçekleşeceği ortaya sermaye yatırımları için de bir risk koymaktadır. Halihazırda borç batağına sürüklenmiş çalışan kesimin nasıl ayakta kalacağı tartışılırken, hükümetin kredi kartı ve bireysel kredi kullanımını vade ve taksit artışlarıyla teşvik etmesi ateşe benzin dökmekten ibarettir.

Yaklaşık 14 yıldır, ülke ekonomisinde uygulanan politikalardan dolayı oluşan ve giderek artan risklerden bahsediyorduk. Bu riskler aslında bugün gerçekleşti. Dış tasarruflara bağımlı ekonominin bu damarı tıkandı. Önümüzde somut bir kriz görmüyorsak, geçici narkoz etkisinden, hala ‘bir şekilde’ bir finansman gerçekleşebildiğinden. Zira bu musluk da kesilir ve borçlanmanın maliyeti tüm kesimler için artmaya başlarsa işte o zaman bu krizi herkes ama en fazla da emekçiler hissedeceklerdir.