Bugün sona eren ve dünyanın en büyük üç festivalinden biri olan 73. Berlin Festivali’nde yarışan 19 film arasında Alman, Meksikalı, İspanyol (Bask), Avustralya ve Uzakdoğu kökenli sinemacıların yapıtları öne çıkıyor.

Dört kıtadan insan manzaraları

Berlin dünyanın en büyük üç festivalinden biri. Büyüklüğü nicelikten (gösterilen film ve ulaşılan izleyici sayılarından) çok nitelikten (ustaların en yeni ürünlerinin ilk gösterimlerine sahne olmasından, sinema dünyasına yeni isimler kazandırmasından) kaynaklanıyor. Savaş sonrası, ‘özgür’ Batı’nın propaganda araçlarından biri olarak başlatılan Berlin’in bu özelliği bugün biraz arka planda kalsa da gene varlığını koruyor. Bu yıl Ukrayna ve İran konusuna programda geniş bir yer ayrılması boşuna değil. Ama bu tercih yarışma seçkisine yansımamış, özel gösterimlerle sınırlı kalmış. Festivalin Sanat Yönetmeni Carlo Chatrian’ın eklektik seçkisi, insan ilişkileri üzerinde odaklanan yapımlar ve tür (genre) filmlerinden oluşuyor. Uluslararası Yarışma’nın yanı sıra, ‘Buluşmalar’, ‘Panorama’ ve ‘Genç Kuşak’ bölümlerinde de farklı kuşaklardan, farklı anlayışlardan izleyicilere seslenme kaygısı öne çıkıyor.


İnsan ilişkileri elbette çok geniş bir tema. Aile fertleri arasındaki ilişkilerin yanı sıra, son yılların gözde konusu eşcinsel ilişkiler de öne çıkıyor. Politik doğruculuk kriterlerinden birkaçına birden el atmak kaygısındaki yönetmenlerin göz ardı edemediği bir tema. Politikanın farklı alanlarına ilişkin filmlere yan bölümlerde rastlamak olası. Ama azınlıkta kaldıklarını söylemeliyim.

SANATÇININ DÜNYASI

Yarışmadaki filmlerden birkaçında bir ortak tema daha var: Sanat ortamı ve sanatçıların dünyası. Alman sinemasının yaşayan ustalarından Margarethe von Trotta’nın, iki yazarın, Ingeborg Bachmann ve Max Frisch’in fırtınalı ilişkisini konu alan filminden daha önce söz etmiştim. Genç kuşağın ustalarından (Yüzündeki Sır, Transit, Barbara, Frantz, Undine gibi filmleri ile tanıyıp, sevdiğimiz) Christian Petzold “Kızıl Gökyüzü” (Roter Himmel / Afire) adlı filminde, özgüvenini kazanmamış genç bir yazarın sevgi başarı arayışını ölçülü bir mizah duygusu ile anlatıyor. Hiç kuşkusuz, Festivalin favorileri arasında. Petzold’un vazgeçilmez oyuncusu Paula Beer de Vicky Kreps’in en güçlü rakibi bana kalırsa.

Fransız sinemasının duygusal filmleri ile tanınan yönetmeni Philippe Garrell’in başrollerde iki kızı ile oğluna görev verdiği “Le Grand Chariot” kukla kumpanyası sahibi bir baba ve çocuklarının öyküsü. Babanın ölümünün ardından, kaybolmakta olan bu sanat dalını sürdürmek konusunda üç kardeş bir anlaşmaya varamıyor. Kişisel ilişkilerinde de karar vermekte zorlanan gençleri anlamaya çalışıyor Garrell. Diğer Fransız yapımı ise bir belgesel. Nicolas Philibert’in imzasını taşıyan “Adamant Üstünde”, Paris’te Seine nehri üstünde bir salda kurulmuş, yoksul ve zihinsel engelli insanların topluma kazandırılmasını hedefleyen ‘Adamant’ adlı yaşam merkezinden insan portreleri taşıyor beyazperdeye. Yaşama bir de buradan bakmamızı sağlayan etkileyici bir belgesel. Çin’de 90’lı yıllarda geleneksel ile modern sanat arasında bocalayan sanat ortamını anlatan canlandırma filmi “Art College 1994”, özgür ifade ile resmi çizgi arasında sıkışıp kalmış, Batılı düşünürlerin aforizmalarına sığınan, canlandırma sinemasına yeni bir boyut getirmeyen bir film olarak kalmış.

Özel gösterimlerde sunulan Oscar adayı “Tar” ile “Joan Baez, I am a Noise”, “Love to Love You, Donna Summer”, “Orlando, Politik Biyografim” belgeselleri sanatçılar üstüne yapılmış başarılı yapımlar. Yan bölümlerde dünyadaki politik sorunlara değinen filmler de var elbet. Alman sinemasından Ayşe Polat’ın “Kör Noktada”, Hint sinemasından Chhatrapal Ninawe’nin “Tuzak” filmleri insan hakları ihlallerini konu alan filmler arasında öne çıkıyor.

AVRUPA’DAN AMERİKA’YA

Alman sinemasından, Trotta ve Petzold’un hedefine ulaşan filmlerinin yanı sıra, üç film daha yer alıyor programda. Angela Schanelec’in “Müzik” adlı filmi Straub sinemasını anımsatan durağan temposu ile bir çağdaş Oedipus trajedisi anlatma kaygısında, ama anlatabildiğini düşünmüyorum. Christoph Hochlausler’in internet üzerinden uyuşturucu satan bir adamın serüvenini anlattığı “Gecenin Sonuna Kadar”ını henüz izleyemediğim için bir şey söyleyemiyorum. Emily Atef’in Almanya’nın birleştiği 1990 yazında geçen “Bir Gün Birbirimize Her Şeyi Anlatacağız” adlı filminde politik arka plan çok yapıştırma kalmış. Ama bir tutku hikâyesi olarak başarılı.

Avrupa sinemasının farklı yönlerini yansıtan filmler izledik Berlin’de. Joao Canijo’nun, otel işleten bir ailenin üç kuşaktan beş kadın ferdi arasındaki ilişkiler, özellikle ana-kız ilişkisi üzerinde odaklanan “Kötü Yaşamak” adlı filmi olumlu (estetik kaygısı) ve olumsuz (seyirci dostu olmayan) yanları ile tipik bir Portekiz yapımı. Estibaliz Urresola Solaguren adlı Basklı kadın yönetmenin “Arıların 20.000 Türü”, kendisini kız olarak duyumsayan bir oğlan çocuğunun dünyasını duyarlı bir sinema diliyle anlatıyor. Yarışmanın en iyilerinden biri... Giacomo Abruzzese’nin yönettiği Fransız, İtalyan Belçika, Polonya ortak yapımı “Disco Boy”, bir Baltık ülkesinden Fransa’ya kaçıp, orada tutunabilmek için ‘lejyon’a katılan bir gencin dramını serüven sineması kalıpları içinde anlatıyor.

Latin Amerika’dan bir film, üç de ABD yapımı var seçkide. Meksikalı yönetmen Lila Aviles (yarışmadaki altı kadın yönetmenden biri) kanser hastası babaya veda niteliğinde bir doğum günü partisinin hazırlıkları içinde bir aileyi tanıtıyor, tutkuları, gizemleri, batıl inançları ile... “Totem” bu yıl festivalde izlediğim en başarılı filmlerden biri. Mat Johnson’un yönettiği ABD yapımı “Blacberry” dünyanın ilk akıllı telefonunu icat eden gençlerin hızlı yükselişini ve yenilgilerini anlatan, yarışmadan çok pazarda yer alması gereken bir film. Tıpkı, John Trengove’un “Manodrome”u gibi. Karısını ve yeni doğan çocuğunu terk edip, erkek egosunu yücelten bir tarikata katılan bir taksi şoförünün öyküsü olan film, ‘erkeklik kültü’nün eleştirisine soyunuyor ama türün kalıplarını tekrarlamaktan öteye gidemiyor. Diğer ABD yapımı, kadın yönetmen Celine Song’un Güney Koreli göçmenlerin dünyasını anlattığı “Geçmiş Hayatlar”ı izleyemedim. Ama eleştirmen dostlardan duyduğum kadarıyla yarışmadaki en iyi filmlerden biri imiş. Henüz izleyemediğim için bir fikir yürütemiyorum.

UZAKDOĞU VE AVUSTRALYA

Yarışmada (“Art College 1994”ün yanı sıra) bir Çin yapımı daha vardı. Zhang Lu’nun “Gölgesiz Kule” adlı filmi, yıllar sonra buluşan bir baba-oğulun hikâyesini duyarlı ve usta bir sinema diliyle anlatıyor. Japon animasyonu “Suzume” de festival izleyicilerinin favorileri arasında. Yıllar sonra buluşan eski arkadaşlar arasındaki ilişkiler üzerinde odaklanan filmin Makoto Shinkai’ye bir ödül getirmesi sürpriz olmaz. İki de Avustralya yapımı var yarışma seçkisinde. İkisi de, Avustralya’nın yerli halkının uğradığı zulmü konu alan başarılı yapımlar… Demokrasinin, özeleştiri yapabilen ülkelere has bir şey olduğunu gösteren… Festivallerin yabancısı olmadığı Rolf de Heer’in “İyiliğin Sürdürülebilirliği” (The Survival of Kindness) adlı filmi çölde bir kafese kapatılan yerli kadının intikam arayışını konu alıyor. Avustralya yerlisi yönetmen Ivan Sen’in “Limbo”su da festivalin en iyileri arasında. Yirmi yıl önce bir cinayete kurban giden bir yerli (Aborjin) kadının kapatılmış davasının yeniden açılması için uğraş veren bir polis memurunun hikâyesi. Siyah beyaz görüntüleri, güçlü mekân duygusu ve başarılı oyuncu yönetimi ile yarışmada öne çıkması gereken bir film kanımca.

Bu seçki içinde sinemamız da yer alabilirdi rahatlıkla. Yan bölümlerden birinde gösterilen Burak Çevik’in deneysel filmi tek başına kalmamalıydı. Ama saygınlığımız öylesine darbe almış ki, festival yöneticilerinin de etkilenmemesi olanaksızdı sanırım. Şimdilik, Alman sineması içinde başarılı işler yapan Türkiye kökenli sinemacıların başarıları ile yetiniyoruz. Siz bu satırları okurken ödüller açıklanmış olacak. Bakalım Altın ve Gümüş Ayılar kimlere gidecek?