Brecht’in ünlü ‘Muhbir’ oyununda insanların birbirine muazzam derecede güvensizlik ağı içinde olduğu bir toplumdan izler sunulur. Öğretmen korkudan karşı olduğu düşünceleri bile öğretmeye razı olur. Karısıyla Nasyonal Sosyalist Parti’ye destek konuşması yaparlar. Oysa Nasyonal Sosyalist Parti’yle uzaktan yakından alakaları yoktur. Bir süre sonra değil hizmetçi, oğullarından bile korkar hale gelirler. Öyle ki adam korkusuna yenik düşerek boynuna gamalı haç takar. ‘Muhbir’lik mekanizmasının salgın hastalık gibi yayıldığı dönemlerde imzasız mektuplar havada uçuşur, sosyal medya adresleri taranır, sanatçılardan pazaryerlerine muhalif avına çıkılır.

Orhan Kemal’in ‘Murtaza’ romanında tam da iktidarın gücüyle kendi gücünü belirlemeye çalışan insan tipi anlatılır. Otorite ile kendi doğruları arasına sıkışıp kalan, her şeye egemen olmaya çabalayan zavallı bir ‘muktedir’in öyküsü. Yaşadığımız toplumda sayısız Murtaza’lar vardır. Dönemler değişir, ama onlar değişmez. Yıl 1933’tür. Gülriz Sururi’nin babası, sanatçı Yusuf Sururi ‘Emir’ operetini yazıp, sahnelemiştir. Atatürk de izleyiciler arasındadır. Çok beğenir eseri. Bütün Anadolu şehirlerinde operetin oynanmasını ister. Aradan bir zaman geçer. ‘Emir’ opereti Malatya’ya turneye gider. Oyun bir barda geçmektedir. Perde açılır açılmaz Başkomiser sahneye fırlar: “Tamam kardeşim, oyun devam edemez!” “Neden?” diye şaşkınlıkla sorar oyuncular. Başkomiser şu cevabı verir: “Malatya’da bar açmak yasaktır!”

“Yassah kardişimmm”in yaygınlaştığı dönemlerden birinde İranlı ünlü şair Ahmed Şamlu şu dizeleri yazar: “Ağzını kokluyorlar/ Beni sevdiğini söyleme sakın/ Yüreğini kokluyorlar/ Garip bir devrandır sevgili / aşkı evin zulasında saklamalı!” Bir aşk şiiri olarak görülebilir pekala bu dizeler... Oysa milislerin alkol alıp almadığı için bile insanları çevirdiği bir ortamda ‘aşk’ ‘sevgi’ ‘dostluk’ gibi kavramlar bile kilere saklanmalıktır. Göz önünde olmadan kuytularda yaşanmalıktır!

Oysa dostluk gözüpeklik ister. Ortaya çıkıp, “O, benim dostum” duygusunu taşımak, karşı tarafa hissettirme becerisini sunmak hele cendereden geçilen dönemlerde yiğitlik ister. Genellikle ‘seçkinyalnızlıkla’ harmanlanan dönemlerdir yaşanılan. Aristoteles’in “Hey dost, hiç yok dost” çığlığından arınmak ayakta kalmakla eşdeğerdir. Omzunda bir el hissetmek, bir nefes duymak tarifsiz mutluluğa dönüşür bir anda.

İşte Enver Aysever’in ‘Dostlar Kitabı’nı okurken yalnızca onun bireyler tarihinde büyük ayakizleri bırakan dostlarını değil kendi dostluklarımı da düşündüm. Zaten bir kitabın değeri okurun kitabın sayfalarında kaybolurken kendi hayatını gözden geçirmesiyle, bir anlamda kendini sınamasıyla ortaya çıkar. Enver, ilk dostu anneannesini anlatırken seksenlerin soğuk iklimi geldi yüzüme çarptı. Halının üstünde büyüyen çocukluklarımız birleştirdi beni. Aile içi kırgınlıkların başka yansımaları geldi oturdu yanıbaşıma. İlkokulda sara olduğu için endişelendiği arkadaşı benim de sınıfta başına dolap düşen arkadaşımla özdeşti. Lise yıllarındaki cengaverliklerle haytalık anları, el değiştiren yaşamlar, omuzdaşlıklar benzerlikler sundu. Derken Enver, uzun yol yolculuğumuzdan, öyle başlayan dostluğumuzdan dem vurdu kitapta. Birlikte Datça’ya gidiş maceramız Melih Cevdet’ten Ceyhun Atuf Kansu’ya uzanan paylaşımlarla güçlendi. Sıkılaştı. Ayrılmaz kıldı bizi. Pavese, “insan geçmişi değil, ânları hatırlar” der. Daha çok upuzun anılar demeti değil, o günden kalan duyguyla ‘ân’lar anımsanır yeniden. Herkes kendi ânını saklar zihninin bir köşesinde.

Birgün anılarımı yazarken Enver’le olan ‘ân’larım da yazılır, kim bilir?