Dostoyevski, insanların sırtlarını imparatorluklar, dinler, sistem felsefeleri gibi güçlü duvarlara yasladığı bir dönemin sonunu gördü; kendi inandığı (ya da inanmak zorunda kaldığı) iktidarları ve değerleri bile bir kenara koyup kendi “güç istençleri” dahil hiçbir yücelikte huzur bulamayan “insancık”ların içini yazmayı tercih etti

Dostoyevski bizi yazmaya devam ediyor hâlâ

BARIŞ YILDIRIM - @promoteatro

Bütün büyük peygamberler gibi saralıydı. Çoğu dâhi gibi yeteneğinden kuşku duyuyordu. Bir kısım entelektüel gibi “eski solcu”ydu. Orta alt sınıftan bir köy doktorunun oğlu olarak doğdu, dünya edebiyatının en büyük yazarlarından biri -kimilerine göre en büyüğü- olarak öldü.

Fyodor Mihailoviç Dostoyevski’nin 30 Kasım 1821’de başlayıp 28 Ocak 1881’de biten hayatı irili ufaklı trajik yükseltilerin eteğinden dolanan bir nehir gibidir. 15 yaşında ölen müşfik bir anne. İki yıl sonra, olasılıkla zulmünden bıkan serfleri tarafından öldürülmüş despot bir baba. Yatılı okul yılları. Balzac çevirileriyle başlayan edebiyat ilgisi. İnsancıklar, Öteki, Kıskanç Koca gibi ilk önemli eserlerini kaleme alması. Ve o dehşetli kış sabahı.

22 Aralık 1849 günü Çarlığın idam mangasının karşısına çıkarılan ve Petraşevski Çevresi olarak bilinen ütopik sosyalist Rus entelektüelleri arasında 28 yaşındaki Dostoyevski de vardır. İnfaz, son dakikada gelen bir haberci tarafından iptal edilip sürgüne çevrilirse de bu olayın travması bütün hayatını gölgeleyecektir.

Sürgün, askerlik yılları ve yazmak. Hırslı ilk karısı, kaybettiği çocukları, Turgenyev’le bitmeyen çekişmeleri ve başka romanlar… Önce çok sevdiği kardeşi Mihail’in sonra kendinin kumar borçları, Mihail’in ölümü ve hem bir sığınak hem de borçlarını ödeme yolu olarak yazmak, sürekli yazmak…

Bugün “kölelik anlaşması” olarak bilinen bir kontrata göre tüm eserlerinin yayın hakkını kaybetmemek için Kumarbaz’ı bir stenoyla yazdırdı, sonra da 1867’de stenografıyla evlendi. O neredeyse sırtında bir kamçıyla yazdıkça ünü alıp yürüdü. Belki Tolstoy’un Savaş ve Barış’ının doğurduğu şaşalı etkinin kıskançlığı ile epik bir roman yazmak istedi; yazarı yaşamı boyunca meşgul eden suçluluk, vicdan, kefaret gibi temaları ele alan Suç ve Ceza ortaya çıktı. Yurttaş gazetesinde haftalık olarak yayımladığı Bir Yazarın Günlüğü de ününe en az romanları kadar katkı sundu. Ülkenin her yanından gelen mektuplara içten bir arkadaş kimliğiyle yazdığı cevaplar çok etkiliydi.
Eski eserlerini gözden geçiriyordu bir yandan da; örneğin Budala’yı sekiz kez elden geçirdi. Siyaseten alabildiğine gericileşmiş, Çar’a, Hristiyanlığa ve Rus milliyetçiliğine körce bağlanmıştı ama ülkesinde gerçekleşecek entelektüel bir “devrim”e yönelik sempatisi devam ediyordu.

Kimilerine göre romanlarındaki oğullarında suçluluk duygusu bırakarak öldürülen baba temasına esin veren kendi babasının aksine, son derece şefkatli, sevecen bir baba ve kocaydı. Son yıllarında mutluluğunu gölgeleyen iki şeyden biri giderek sıklaşan ve ağırlaşan sara nöbetleri, diğeri ise üç yaşındaki oğlu Alyoşa’nın ölümüydü. Karamazov yayımlandığı andan itibaren onu Rusya’nın en ünlü yazarı ve en aranan hatibi yaptı. Sefasını süremedi. İki yıl sonra, 1881’in bir kış gecesinde öldü, Aleksandr Nevski Manastırı’na gömüldü.

ALTIN ÇAĞIN ELMAS ÇOCUĞU

19. yüzyıl, Rus Edebiyatı’nın altın çağı olarak bilinir. Dostoyevski’nin en bilineni Rus Habercisi olan çeşitli dergi ve gazetelere tefrikalarını yetiştirmek için kan ter içinde yazdıklarını biliyoruz. Bu dönem aynı zamanda yazılı basının Rusya’nın her köşesinde yayıldığı dönem, Lenin’in stratejisinde parti gazetesinin kilit önemi bu yüzden.
Böylesi canlı bir yayın hayatını, böylesine obur bir edebiyat makinesini doyurmak için yüzlerce yazar çalışıyor olmalı. Biz bugün Dostoyevski’yle aynı dönem bu makineyi besleyen muhtemelen yüzlerce yazardan ancak bir avucunu biliyor (Tolstoy, Dostoyevski, Turgenyev, bilemedin Gonçarov, Saltıkov-Şçedrin ve belki bir iki isim daha), romanlarını dünya dillerinde okuyoruz.

Bunların arasında yüceliğinden gezegen çapında şüphe edilmeyen iki isimden biridir Dostoyevski. Ama bu şüphesizlik halinin ezel ebet olduğu sanılmasın. Çağdaşı Turgenyev ona “Rus edebiyatının burnundaki sivilce” derdi. Dostoyevski’nin kurşuna dizilmeyi beklediği kalenin komutanı General Nabokov’un akrabası olduğunu belirtmeden geçemeyen Vladimir Nabokov’un Edebiyat Dersleri’ne göre ise Dostoyevski, sanatın kalıcılığı ve bireysel deha kıstaslarına göre pek de önemli bir yazar değildir ve yazdığı tek önemli şey Öteki’dir.

Orhan Pamuk, Saf ve Düşünceli Romancı’sında, Dostoyevski’nin hemen hiç tasvir kullanmadığını, havanın nasıl olduğunun ve insanların ne giydiğinin bile belli olmadığını iddia eden Nabokov’a bu hususta katılır gibi durur. Ancak bunu görsel ve sözel romancılar arasında bir ayrım güderek gerekçelendirmeye çalışır:

“Dostoyevski’nin romanlarını okurken, bazan -çoğu zaman değil- şaşırtıcı bir derinliğe ulaştığımızı, hayat, insanlar ve daha çok da kendi ruhumuz hakkında çok derin bir bilgiyle karşılaştığımızı hissederiz. … Dostoyevski›nin bize verdiği bilgi ya da bilgelik görsel değil, sözel ya da -kelime uygunsa- ‘kelimesel’dir.”

Pamuk, daha ileri gitmez. Dostoyevski’nin yalnızca kurguda başarı gösteren bir tür “ucuz roman”cı olduğunu, daima deli olan karakterlerin üstünkörü çizildiğini söyleyen Nabokov’a karşı Dostoyevski’de karakterin “artık hayatın bütün yanlarından daha güçlü ve daha belirleyici bir şey” olarak romana hakim olup ona damgasını vurduğunu, onu “hayatı değil kahramanları anlamak için” okuduğumuzu da söyler. Lukács’ın da Tolstoy’un edebi dehasını Dostoyevski’ye tercih ettiğini ve Haneke’nin daha yenilerde Dostoyevski’yi bir tür “gençlik hastalığı” gibi tarif ettiğini hatırlayalım:

“Gençliğimde Dostoyevski hayranıydım, ve Tolstoy benim için daha doğacıl ve didaktik, ağır filan bir romancıydı. Ama geçenlerde Harp ve Sulh’u aldım ve bütün görüşmelerimi iptal edip neredeyse nefes almadan okudum. Değişen bendim, kitapsa aynı kalmıştı.”

Kim ne derse desin, Fyodor Dostoyevski’nin Nietzsche’den Freud’a, oradan Sartre’a (Nabokov’un Sartre yorumu: “Dostoyevski’nin vasat taklitçisi olan bir Fransız gazeteci”!) uzanan bir ufukta felsefeyi, psikolojiyi ve elbette sanatı etkilemiş ve etkilemekte olduğuna kim kuşku duyabilir?

O, insanların sırtlarını imparatorluklar, dinler, sistem felsefeleri gibi güçlü duvarlara yasladığı bir dönemin sonunu gördü; kendi inandığı (ya da inanmak zorunda kaldığı) iktidarları ve değerleri bile bir kenara koyup kendi “güç istençleri” dahil hiçbir yücelikte huzur bulamayan “insancık”ların içini yazmayı tercih etti. Bunu öyle iyi yaptı ki yazdığı zamandan 150 yıl sonra, yazdığı yerlerden binlerce kilometre uzakta milyarlarca insan, onun satırlarında kendini buluyor.

Onun zamanında ilk işaretlerini veren çatırtı bugün büyük bir değerler depremine dönüşmüş halde. Henüz yaslanacak bir yer bulamadık ve bulana kadar, Dostoyevski bizi yazmaya devam edecek. Bir gün kalemi insancıklar, ötekiler, ezilmiş ve aşağılanmışlar alacak eline. Onun bir kış sabahı bir kalenin avlusunda unuttuğu ütopyayı baştan yazacaklar.

Sonrası hep beyaz geceler…