Hani, yeniçeri Yahudinin kafasını kesmeye kalkar ”İsa’yı siz öldürmüşsünüz” diyerek; Yahudi de “tamam bizimkiler öldürmüş...

Hani, yeniçeri Yahudinin kafasını kesmeye kalkar ”İsa’yı siz öldürmüşsünüz” diyerek; Yahudi de “tamam bizimkiler öldürmüş, ama, taa bin sekiz yüz yıl önce; benim hiçbir dahlim yok bu işte” der ama, derdini dinletemez; zira, adamımız ısrarlıdır hıncını Yahudiden çıkartmakta: “Tamam” der, “aradan çok vakit geçmiş, ama ben daha yeni duydum”.
Başbakan ve takımı Dersim katliamına sardırdı, bizim yeniçeri misali. Tamam, yeniçerimiz de cahil ve zorbadır; ama, en azından naif ve masumdur: Kılıçdaroğlu’nu köşeye sıkıştırmak, hem CHP’yi hem de Kürt siyasal hareketini parçalamak, dikkatleri kendi terör ve yağma rejiminden farklı yerlere çevirmek vs… gibi bir hesabı yoktur.
Başbakan, “biliyorsunuz, kendisi Alevîdir” diyerek Kılıçdaroğlu’nun şahsında Alevîliği yuhalatmış adamdır: Her şeyden önce, bu çok ayıp bir şey; aynı zamanda nefret suçu, bölücülük ve ‘İnsan’ nosyonuna ulaşamamış kabileci bir zihin yapısı ve adalet anlayışının tezahürü; çok tehlikeli. Başbakan, ‘alevîleri topluca öldürmek helaldir…’ fetvası veren Şeyhülislam Ebu Suud Efendi’yle gurur duymakta, Yüksek Yargı’yı (alevî) ‘dedeler’den temizlemekle de iftihar etmektedir (Çorum ve İstanbul mitingleri). Aslında, fazla söze gerek yok: Madımak’ta insan yakanlar, yakanları savunup koruyanlar, bunların hüküm giymişlerini bile yakalamayıp yakalanmışlarını da serbest bıraktıranlar, canilerin adını kurbanlarla bir arada yazdırıp bu rezillik ve edepsizliğe karşı çıkanları coplatıp gazlatanlar, işlerinden attırtanlar kimlerdir, hangi familyadandır; bir ona bakın, Başbakanın ‘özür’ünün ne mene bir şey olduğunu anlayın.
Başbakan, faturayı bugünkü CHP’ye kesip ondan tahsil etmek için tarihi de tahrif eder; operasyonun katliam niteliği kazandığı ikinci (1938) safhasını da İnönü’ye yükler; oysa, başbakan artık Celal Bayar’dır: Ya, fıkradaki yeniçerimiz kadar cahil, ya da onunla kıyaslanamayacak kadar kötü niyetlidir; ki, bu ikinci ihtimal ağır basar; zira, daha önce de İsmet Paşa’nın 1910’lardaki bıyıklarını, aynı yıllarda pos bıyıklı olan Hitlerin -30’lardaki bıyıklarına benzetip ‘hitlervari’ kelimesi üzerinden ‘paşa’ için faşist imasında bulunmuştur.
Tamam, tek parti rejiminin faşizmle örtüşen pek çok yanı vardır; ama, zaten adı üstünde tek parti rejimidir, faşizm de bütün güçlerin tek bir demette toplanıp kafa kopartma gücünün sembolü olan baltayı kullanma yetkisinin tek başına Duce’nin, Şef’in elinde bulunduğu rejimdir. İsmet Paşa, bütün günahıyla sevabıyla ve hangi etkenlerin belirleyiciliği altında olursa olsun Millî Şef ünvanını kendisi terk ve lağv edip, iktidarı tek kişinin burnu kanamadan yine kendi yönetiminde yapılan serbest ve dürüst seçimi kazanan partiye devretmiş adam iken, başbakan, güya pek bir karşı olduğu darbenin getirdiği yüzde 10’luk seçim barajı sayesinde seçmenin sadece yüzde 26,2’sine dayanarak ele geçirdiği iktidarı, yine darbenin baş hizmetkarı Özal’ın siyasî partiler yasasına dayanarak bütün güçleri kendi kontrolü altında topladığı bir tek adam diktatörlüğüne dönüştürmek üzere, tarihi tahrif etmekten en kabasından güç gösterilerinde bulunmak ya da gerek fiziksel gerekse sözel şiddete başvurup hukuku da kendi hesap ve pazarlıkları doğrultusunda tam bir terör aracına dönüştürmeye kadar, her türlü yola baş vurmaktan kaçınmayan bir siyasetçidir. Dünün, ‘kadına yönelik şiddete karşı mücadele’ günü olması vesilesiyle şunu da söyleyelim: Kendi devr-i iktidarında, kadın cinayetlerinin on beş kat artması, kendisinin, birer erillik yüceltimi olarak, tek omuz önde, arkasında da, Meclis içinde bile 20 civarında, dışarıda ise bazen yüzleri bulan badigartla dolaşması, Meclis Başkanı’nı alenen haşlayıp kendi adamlarına muhalefet milletvekili tartaklatmayı resmî görev ilân etmesi, bunlara ilaveten “güya kendisi bayan olacak” veya “kadın mıdır, kız mıdır, bilemem” türünden ayırımcı ve aşağılayıcı ifadelere başvurmasından kesinlikle bağımsız değildir.
Geçmişle yüzleşmekse, bu işe en yakın geçmişten; yani, Van’lı enkaz, ısı da sıfırın altındayken kendi potansiyellerini ölçeceğim diye yabancı yardımları reddeden; depremi fırsat bilip, bir yandan kentsel dönüşüm adına insanların malına mülküne hukuksuz yargısız el koyup rant elde etmeye, diğer yandan da, HES’lerle insanların havası-suyunu pazarlamak yetmemiş gibi bu defa da ‘bedelli askerlik(?)’ adı altında canlarını piyasa ortamında alınır satılır hâle getiren Dr. Mengele ruhlu ‘korsan’larla hesaplaşmaktan başlamak gerekir. Bu arada, (Eminağaoğlu etraflıca anlattı, bizim gazeteye) rant yağmacılığının, terörün finans kaynaklarını kurutma kisvesi altında doğrudan doğruya başbakanın memurlarının eline verilme oyununu da kesinlikle gözden kaçırmayalım.