“Bütün yurttaşları uyarıyorum! Kontrol edilemeyen bazı uluslararası şirketlerin ve birkaç (Dünya Ticaret Örgütü (DTÖ) üyesi sayesinde insanlık dışı, çevreyi aşağılayan ve çiftleri öldüren, tiksindirici bir küreselleşme insan soyunun tükenmesine yol açacaktır. Bu durum bir an önce durdurulmazsa neo-liberalizmin hatalı mantığı küresel tarımın çeşitliliğini yok edecek ve tüm insanlara korkunç bir son armağan edecektir.”

Güney Koreli pirinç üreticisi Lee Kyung Hae’nin bundan 17 yıl önce 2003 yılı Şubat ayında açlık grevine başlarken yaptığı uyarının haklı çıktığı günleri deneyimliyoruz. Hae, neoliberal küreselleşmenin ülkesindeki yerel üreticileri tehdit eden sonuçlarına karşı mücadele eden binlerce köylüden biriydi. Aynı zamanda ülkesinin DTÖ onayıyla ithal gıdaya yönelmesi neticesinde geçim kaynaklarını kaybetmiş binlerce çiftçiden biri. Ne yazık ki bu sorunlarla baş edemeyen Hae, DTÖ 2003 yılında Meksika Cancun’da gerçekleştirdiği 5’inci Bakanlar kurulu sırasında canına kıyıyor. Kurulun ilk günü 10 Eylül’de taban hareketlerinin, örgütün dayattığı neoliberal politikaları protesto eylemi sırasında “DTÖ çiftçileri öldürüyor” yazılı bir pankart taşıyor. O nedenle bu tarih çiftçi hareketi açısından bir dönüm noktası olarak ele alınıyor ve 10 Eylül günü Hae anısına, Dünya Ticaret Örgütü ve Serbest Ticaret Anlaşmalarına karşı Uluslararası Eylem Günü olarak anılmaya başlanıyor.

DTÖ’nün dünya çapında milyonlarca köylünün yaşamları üzerindeki yıkıcı etkisi olduğu inkâr edilemez. Bunlar şirketlere teslim edilen mevcut gıda sistemi bağlamında sıkça değinmeye çalıştığım şeyleri içeriyor: Yerel köylü pazarlarının yok edilmesi; kırsal borçlanma ve eşitsizliğin artırılması; gıda sistemininin küresel serbest piyasaya, şirketlere teslim edilmesi; tohumların patentlenerek şirketlere bağlanması ve böylece köylü üretim biçimlerinin marjinalize edilmesi; endüstriyel tarımın yarattığı iklim krizi, ekolojik talan ve dünya çapında artan çiftçi intiharlarının işaret ettiği üzere kırdan geçinenlerin ölüme sürüklemesi.

La Via Campesina geçtiğimiz günlerde konuyla ilgili bir basın açıklaması paylaştı ve 17 yıl sonra DTÖ veya başka serbest ticaret anlaşmaları yoluyla ülkelerin, halkların gıda egemenliğini uluslararası ticarete konu ettiğine ve gıda ithalatına bağımlı hale geldiğine vurgu yaptı. Elbette, geçtiğimiz 17 yılın Türkiye’sine baktığımızda da benzer bir tablo ile karşılaşıyoruz: çiftçinin borcu arttı, şirketlere bağımlılık arttı, ithalat arttı, tarım alanları azaldı, çiftçi zayıfladı, şirketler güçlendi…

Geçtiğimiz günlerde Orhan Sarıbal’ın Türkiye’de tarımın durumuna dair paylaştığı rapordaki bazı veriler de bu açıdan dikkat çekici. Ne diyordu bu veriler: AKP’nin iktidara geldiği 2002 yılından beri tarım arazileri 3 milyon 484 bin hektar azaldı; birçok alanda tarımsal üretim sonlandı ve ülke ithalatçı konuma geldi; 2 milyon 361 bin kişi tarımdan koptu. Gerçekten de gün geçmiyor ki Türkiye’nin ithal gıda skalası genişlemesin, buğday ithalatı, peynir ithalatı, tohum ithalatı… Gün geçmiyor ki yerel üretim alanlarımız, tarım arazilerimiz bir bir talan edilmesin, Çapaklı, Dokuzhöyük, Şotik, Kangal

Hükümetin yine pek az konuşulan yeni bir talan projesini, “müjde” olarak duyurulan Tarıma Dayalı İhtisas Organize Sanayi Bölgeleri Projesi’ni de atlamayalım. Üzüm Üreticileri Sendikası Üzüm-Sen birkaç ay önce bir basın açıklaması ile projenin meraların ve hazine arazilerinin işlevi dışında kullanılmak üzere şirketlere tahsis edileceği konusunda uyarıyordu. Nitekim bu proje ve serbest ticaret anlaşmaları dâhil şirketleri güçlendirip, üreticileri zayıflatan yıkıcı gıda ve tarım politikalarına değil, gıda egemenliğine ihtiyacımız var.