“(…)Her yaşın bir mevsimi oluyor tabii... 73 yaşına giriyorum... Yorgunluk oluyor haliyle. Artık çalma söyleme dönemi bizden geçiyor. Sevenlerimiz ‘nerede kaldı bu adam, yaşıyor mu, öldü mü’ diye merak etmesinler diye arada bir görünüyoruz işte. (…) 50 yıldır Türkü veriyorum... Hiç birisinin içinde Neşet Ertaş ismi geçmez. Babam da öyleydi. Babamın çırağı Hacı Taşan da öyleydi. Biz sözün içine kendi ismimizi katmadık. Bu saz, gönül hizmetidir. Saz, söylenecek sözün hizmetçisidir.(…) Yoksulluk içinde büyüdüm. Ailemin geçimini babam, düğünlerde çalgıcılık yaparak sağlardı. Ben de 6-7 yaşından itibaren babamla düğünlere gitmeye başladım. Okul yüzü görmedim, düğünler benim okulum oldu. Çünkü babam sazla ilgili evde bir şey söylemezdi. Düğünlerde babamın hareketlerine dikkat ederdim, onun saz çalma şeklini öğrenmeye çalışırdım... Baba mesleği olan düğün çalgıcılığını 14 yaşına kadar yaptım... Babamın duygularıyla yoğruldum ve onun nakşı hâlâ üzerimde...” Bizim ufaklık pek dalgın dinliyor. Suratı da bir asık. Belki kaçırmıştır diye son tümceyi yüksekçe vurgulayarak yineliyorum: “Babamın duygularıyla yoğruldum ve onun nakşı…”  “Tamam, tamam duydum!” diyor. “Ne o öyle ters ters?”  “Düşünüyorum da…” diyor. “Şunları okudum okuyalı, öylesin…” diyorum. “Üzüldüm aslında.”  “Neye?”  “Baksana adamlar çocuklarını da tutup ellerinden düğün dernek neresi olursa dolaştırıyor. Haa, ama ‘ekmek davası’ diyeceksin…”  “Öyle diyeceğim ama ikili düşüneceğim” “Her şey para mı?”  “Her şey parasız mı?”  “Dalga geçercesine konuşuyorsun!” “Daha kurtulamadın çocukluktan, diye konuşuyorum… Burada iki yön var ki kaçırıyorsun bence…” deyince de; “Ay bu çocuk ne yöne kaçıyor, ne yöne…” diye, birdenbire odanın içinde bir kovalamacadır tutturuyor kendi kendine ki yakalıyor, kollarımın arasına alıyorum bir anda. “Kaçacak bir yön, köşe bucak kalmadı…” diyor umarsızca.  “Ha şunu bileydin…” diyorum. “Dinliyorum” diyor. “Birincisi,” diyorum, “atladığın, ‘Yoksul Anadolu’da ailenin geçimi için’… İkincisi, böyle bir durum olmasa bu işin önce çırağı sonra da ustası olamazdı; Neşet Ertaş da, Hacı Taşan da…”  “Anladım da, çoğu zaman düğünlerdeki o eğlence ortamı, aşırı içki… Sabahlara kadar vur patlasın çal oynasın… Bu insanların genç yaşlarda ölümüne sebep olmuş…”  “Sanatçına sahip çık o zaman!” “Kim ben mi?”  “Başta devlet ve birey olarak da sen!” “Ama Ertaş istememiş. Devlet sanatçılığı teklif edilince, ‘hepimiz bu devletin sanatçısıyız, ayrıca bir devlet sanatçısı sıfatı bana ayrımcılık geliyor’ diyerek teklifi kabul etmemiş…”  “Doğru etmiş!”  “Neden?”  “Halkın, bu coğrafyanın, bu ülkenin desen hadi diyelim olur da, devletin sanatçısı mı olur?! Gerçekte sorgulamak istediğim ana sorun: neyin, kimin sanatçısı? İşte burada iş gelip dayanıyor dünya görüşüne…”  “Sanatçı herkes için üreten değil midir ki? Zaten muhaliftir de…” diyor. “Soru bence şöyle sorulmalı ufaklık: sanatın, kimden hangi sınıftan yana? Ezenden mi, ezilenden mi?”  “Üçüncüsü yok mu?”  “Yok…”  “Off gene sınıf mınıf, o yan bu yan… Bu da ayrımcılık, sen de burada ayrımcılık yapıyorsun işte…”  “Ben bir ayrımcıyım çocuğum, ayırmacı…” diyorum; abartılı, gözboyamacı. Ve söz oyunuysa al sana: “Bu kez haftalığını da, ayıramamışım şöyle bir yana, durumlar kesat…” Birden rengi değişiyor: “Nasıl canım, olur mu, ben, sinemaya…”  Şu aralar, bende para ne gezer. Sanatım yeterli olsaydı, yerimde durur muydum sanıyorsun. Müzisyen de değilim, düğünlerde çalgıcılık yapamam…”  “Hadi yaaa…” diye omuzlarını indirip kaldırıyor; bir şey dokundurmama da tepkisel, bilse de haftalığını alacağını, şımarık… “Ne o küsüverdin… Anladın mı, konu ‘hadi yaaa’ değil, ‘para yaaa’…

Marx düşüyor usuma: “Etkin ve varolan değer kavramı olarak para her şeyi dönüştürdüğüne ve değiştirdiğine göre, her şeyin evrensel dönüştürücüsü ve değiştiricisi, dolayısıyla dönüştürülmüş dünya, bütün insani ve doğal niteliklerin dönüştürücüsü ve değiştiricisidir.”