Tarih 28 Ekim 2011. 19 Ekim’de Çukurca’daki saldırıda 24 asker, 23 Ekim’deki Van depreminde ise 600’den fazla insan yaşamını yitirdiği için ülkede bir matem havası var. Ulusal gün ve bayramları kutlamamak için sürekli bahaneler arayan iktidar ise ölümleri gerekçe göstererek 29 Ekim kutlamalarını iptal etmiş. Ancak iptal edilmeyen bir şey var: Dönemin Ekonomi Bakanı Zafer Çağlayan’ın oğlunun düğünü. Ankara Sheraton Oteli’ndeki düğün, paranın, gücün, ihtişamın, lüksün gövde gösterisi adeta. Protokol için yollar kesilmiş, düğüne giden araçlardan Çankaya trafiği tıkanmış, yakışıklı beyler, alımlı hanımlar, iş dünyasının ve siyasetin tepesindekiler düğünde arzı endam etmiş, yüzlerinde matem havasından eser yok…

Siz bu düğünü hatırlamıyor olabilirsiniz ama şimdi anlatacaklarımdan sonra hayal meyal de olsa hatırlayacaksınızdır bence. Düğünde sahneye çıkan iki türkücü, İzzet Yıldızhan ve Rasim Ozan’ın türkü söyleyebilen versiyonu Nihat Doğan, düğünden sonra otelde “âlem yapmak” isterler ve odalarına dört kadın davet ederler. Söylenenlere bakılırsa kadınların parası düğün sahibi tarafından ödenmiştir. Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı’nın hazırladığı iddianameye göre, İzzet Yıldızhan, “tuhaf” isteklerini kabul etmeyen kadınlardan ikisini tokatla ve kafalarına tabancasının kabzasıyla vurarak darp eder. Kadınlar şikâyetçi olur ve mesele yargıya taşınır, aynı zamanda kamuoyunda da hemen duyulur.

Hadisenin duyulmasının ardından Yıldızhan ve Doğan çeşitli açıklamalar yaparlar ve kendilerini savunurlar. Yıldızhan şöyle diyecektir: “Çocuklarım ve ailem var. Kocaman bir aileyim. Türkiye’yi idare eden dostlarım var. Bugün haberlere bakarken utanç duydum. Beni buralara gazeteciler ve medya patronları getirmedi. Ama öyle getirilenleri var. Ben halkın sevgisiyle geldim.” Nihat Doğan’ın açıklaması ise şu şekildedir: “Benim kadar bayrağına sahip çıkan ikinci bir sanatçı yoktur. Bu Anadolu çocukları ne kadar bayrağına sahip çıkarsa çıksın ikinci sınıf vatandaştır. Ne halt varsa hepsini popçular yiyor. Roma’da aç aslanların önüne atılan masum insanlar gibiyiz. Ama Nihat Doğan hemen asılıyor.”

Yoksul halk çocuklarının dağlarda ölmesi, depremin koca bir kenti vurması, -şimdi “Atatürkçü” olduklarını hatırlayarak söyleyelim- tüm bunlar bahane edilerek ulusal gün ve bayramların unutturulması/önemsizleştirilmesi hedefi adına 29 Ekim etkinliklerinin iptali ama düğünden, eğlenceden vazgeçilmemesi, “vatan millet aşığı”, “milletin değerlerine saygılı” türkücülerin otelde yedikleri herzeler, kadına şiddet, sonra hemen bayrağa, sağcılığın hamaset diline sarılmaları… Hepsinin bir arada gözlemlenebileceği, yeni Türkiye’nin ne olduğunun bütün çıplaklığıyla anlaşılacağı muazzam bir tablo…

Bu tabloyu aklımızda tutarak devam edelim. Çağlayan bu düğünden yaklaşık bir buçuk yıl sonra diğer oğlunu da yine aynı otelde ve şaşalı bir şekilde evlendirdi, bu düğün de para ve gücün gövde gösterisine dönüştü, eğlenildi, göbek atıldı… Gecenin sonunda bir öncekine benzer bir vaka yaşandı mı bilmiyoruz, zaten konumuz da bu değil. Konumuz şu: 17-25 Aralık operasyonları sonrası kurulan Meclis Soruşturma Komisyonu Çağlayan’a banka hesabına yapılan para transferlerini sorduğunda Çağlayan oğlunun düğününe 4500 kişinin katıldığını ve 2,5 milyon liraya yakın tutarda takı ve döviz takıldığını söyledi. Düğün takıları bozdurulunca 2 milyon 537 bin lira etmişti ve hesabına yatırılan paraların kaynağı hem bu düğündeki hem de bir önceki düğündeki takılardı. Oysa Sözcü gazetesindeki 18 Ocak 2015 tarihli habere göre, muhabir Veli Toprak Sheraton Oteli’ni arayıp Çağlayan’ın oğlunun düğününe kaç kişinin katıldığını öğrenmek istemiş ve yetkililer kendisine otelin biri 400 diğeri ise 960 kişilik iki salonu bulunduğunu söylemişti. Yani 4500 kişilik düğün de 2,5 milyon liralık takı da bir palavraydı.

Çağlayan ve diğerlerine yönelik iddiaların üzeri, biliyorsunuz, her ne kadar bakanlıktan alınsalar da Meclis’te güle oynaya örtüldü, seçim gecesi otobüsün üzerinde hep birlikte zafer pozları verildi ve vatan millet edebiyatıyla lüks ve ihtişamlı hayatlara devam edildi. Şimdi o üzeri örtülen hadise, ABD mahkemelerinde, tüm dünyanın gözü önünde, uluslararasılarmış bir şekilde devam ediyor, Türkiye ve dünya duruşmayı ve Sarraf’ın itiraflarını heyecanlı bir Hollywood filmi izler gibi izliyor.

Sarraf “yırtmak” adına her şeyi en ince ayrıntısına kadar anlatıyor, o büyük tezgâhın, o büyük saadet zincirinin nasıl kurulduğunu, kimlere nasıl rüşvetler dağıtıldığını, aklımızın hayalimizin almayacağı büyüklükteki rakamlarla gözler önüne seriyor. Sanık sandalyesinde olmadıkları halde, duruşmanın muhatabının kendileri olduğunu bilenler ise, bir kez daha milli birlik beraberlik edebiyatına sığınıyor, hamasi nutuklar atıyor.

“Aynı gemide değiliz” demiştik bir önceki yazıda, hatırlatalım, değiliz. Bir tarafta emeğiyle geçinen, onurlu, haysiyetli insanlar var, diğer tarafta ise “düğün takılarıyla zengin olanlar.” Bu dava bizim davamız değil, orada Türkiye yargılanmıyor, orada bu ülkenin namuslu insanları yargılanmıyor. Bu yüzden tüm bu vatan-millet-Sakarya edebiyatının bir işe yaramayacağını biliyoruz. Ancak bir şeyi de unutmamamız lazım, bu hesabı asıl olarak Türkiye halkının sorması, kendisinin, çocuklarının ve bu ülkenin çalınan geleceğine sahip çıkması, kurtuluşun kendi ellerinde olduğunu görmesi gerekiyor.