Farkındayım, memleketin gündemi pek ağır. Ergenekon iddianamesinden her gün yeni bilgiler dökülüyor ortaya. Bir yandan sendikalar ile hükümetin pazarlığı, restleşmeler…

Farkındayım, memleketin gündemi pek ağır. Ergenekon iddianamesinden her gün yeni bilgiler dökülüyor ortaya. Bir yandan sendikalar ile hükümetin pazarlığı, restleşmeler… Ve farkındayım, sıkıldınız bizim bu bitmek bilmez “Kürtlük” sorunundan. Ne çok ağlarız biz! Dünya bizim etrafımızda dönermiş gibi, ne çok sızlanırız. En amatör, en yeni yetme sivil toplum kuruluşu bile dinler dinler de bakar ki “iş yok” bu Kürtlerin yakınmasından. Sıkılır, geri durur. Sıkıcıyızdır biz. Dönemselizdir bir o kadar da… Umutlanırız kimi zaman memleket dönemeçlerinden. Kimi zaman susmak gerektiğini hissederiz. İşte şimdi, şu anda, Diyarbakır’da bir gece vaktinde, Suriye’den gelmiş kum fırtınasının gökyüzünü kapladığı bir gece yarısında, sorgulamaktayım uyuşmuş kafamla, “Ortadoğuya’ya mı düşeriz usta, Avrupa’ya mı?” Susmamız gereken bir iklimde miyiz, bağırmak mı gerekir? İnilti gibi çıksa da sesimiz…

Bir şiirin sözleri der ya “mezar kaza kaza kederli”… Kimi vakitler, hele de gece ise, sığınırım bu söze. Bir toplumu en iyi anlatır derim bu dizeler. Bugün yine bu mini minnacık cümlenin gölgesindeyim. Varsın olsun gece… Ne hacet güneşsizliğe… Bir düğün salonu… Bir düğün salonu neyi çağrıştırır? Müzik eşliğinde salona giren gelin ile damat; sonra o kat kat pasta. Gelinle damat, alışık ama bir o kadar da sıkıcı biçimde keserler pastayı. Nereden icat olmuşsa, çaprazlama geçirip kollarını, birbirlerinin ağızlarına verirler bir dilim pastayı. Yüzlerce göz eşliğinde. Rujunu bozmamaya dikkat eder gelin. Damat ise sorgulamadadır. Sırayla kenarda izleyen “bekar erkek” arkadaşlarının “erkekliğe sığmayan” bu garip davranışını nasıl yorumlayacaklarının derdi tasası içinde… Yine de yenir pastalar. Sonra kolalar dağıtılır… Adam başı bir tane. Mümkünse çocukları saymadan. Ağlasa zırlasa da çocuklar. Hele Diyarbakır ise… Düğün salonunun arka kapısını keşfeder de çocuklar, arta kalmış artık kolaları 32 dişten tekmil bir sırıtmayla, kafaya dikerler. Garsonlardan kaçak.

Peki ya “evlenen çiftlere mutluluklar dileyen” bir düğün salonunda mevlüt okutmak nedir? Veya şöyle diyeyim, her ilçenin bir “taziye evi” kurduğu bir kentte, taziye evleri dolu olur da, bir düğün salonunda verilirse mevlüt? İşte bu “pazartesi sendromunda”, bir düğün salonu ki adı Barış… Bir garip kelime bu barış… Mevlüdü veren evin apartmanının girişinde “Diyarbakır’a barış geldi” başlıklı bir el ilanı yapıştırılmış. Duyan, gören der ki Diyarbakır’a barış gelmiş. Okursun altını. Yazar ki, “Barış seyahat, huzurlu yolculuklar diler…” Bir seyahat firmasının yarım saatlik ihtiyaç molasına takılıp kalırsın. Elinde patentsiz, bozuk bir topkek ile…

Sonra yönünü çevirirsin Barış Düğün Salonu’na… Dedim ya, evlenen çiftlere mutluluklar diler salon sahipleri. Gelinli damatlı fotoğraflar vardır. Fakat, beyaz başörtülü kadınlar toplanmıştır salonun bir kenarına. Dualar okunur, eller yüzlere sürülür. Kaybedilmiş çocukların ardından, bir göç kavminde heybeden düşen sahipsiz çocuklar gibi kalmıştır analar. Ellerini yaşlı gözlerinin üstünde gezdirir, çocuksuz, “El Fatiha” niyetine dolandırırlar parmaklarını. Ki “el ele, el yüze”dir bu yokluğun tanımı. Çocuksuzluğun sonsuz boşluğu…

Sonra mesela bir slayt gösterisi yapılır. En az artık kola içmenin keyfini yaşayan kırık kafalı bir çocuk keyfindedir slaytta gösterilen Cumali adlı çocuğun 32 diş gülümsemesi. Her çocuk gibi. Anasını gördüğü anda gülen her çocuk gibi gülümser Tunceli’den Kayseri’ye sürgün bir Kürt çocuğu. Sen, mevlüt niyetine dağıtılan pirinç pilavı ile etli haşlamayı boğazından geçirmeye çalışırken, sorarsın, her çocuk gibi, bu çocuk da neye güler? Dağda ölen bu çocuğun, vaktiyle, yani meşhur Esat Oktay Yıldıran döneminde, Diyarbakır cezaevi kapısında, anasıyla babasının görüşü için beklediğini öğrenirsin. O meşhur köpek Co’nun yattığı yeri temizleyip, insan dışkısı içinde yüzerken, “Çok konuş Türkçe konuş” vecizesinin altında, dışkının havuzunda şınav çekerken ana babasının, o çocuğun bir ziyaret saatinde, cezaevi avlusunda gülümsediğini, o gülümsemenin bir fotoğraf karesine dönüştüğünü öğrenirsin. Sonra o karenin tüm mahkumların koğuşuna yayılıp “yaşamın gülümsemesi” yazısı ile ranza başlarına asıldığını öğrenirsin. O çocuk büyür. Diyarbakır cezaevinde yaşananların hikayesi ile büyür. Cezaevi kapısında bekleyen bir çocuğun devletle tanışma hikayesidir bu. Sonra o stratejik araştırma merkezlerinin raporları, terör uzmanlarının beyanatlarında olduğu üzere, “PKK Diyarbakır Cezaevi’nden çıkmıştır” demecine paralel, çıkar dağa. Ve sen o 32 diş gülen, ikibuçuk yaşındaki bir çocuğun yüzünü, bir düğün salonunda, bir mevlüt vaktinde, bir “el Fatiha” sesinde görürsün. Dersin ki “Tanrım, aşağı in, korkma!”

“Tanrım korkma” dersin. Cenaze kaldırmaktan yorulmuş bedeninin, empati denilen o sihirli sözün, hangi coğrafyada, ne işe yaradığını peşine düşmüş olduğunu görürsün. Bitap düşmüş ruhun, hangi ölünün “daha çok ölü” sayıldığı bir şaşbeş vakitte toprak serper kalbinin tüm bölgelerine… Doğusu, batısı, kuzeyi, güneyi ile. “Tanrım” dersin, “toprak doldu yüreğim, in aşağı….”

Sonra etrafına bakarsın. Ölüler, “memleket gündeminin” ne tarafına düşer, gündemde midir ölüleri yazmak, ölüleri anlatmak diye düşünürsün. Mevlüt yemeği yemez oysa ölülerin anaları. Sessiz ağlar, aç dönerler evlerine… Diyarbakır sıcağında, bir ayran çorbası çeker bazen yürekleri. Boğazlarına düğümlenir ekmek. Anlarsın. Bir gencecik ölünün ardından, etli güveç, pirinç pilavı yemek sevapmış. Canına değsin genç ölülerin. Ruhlarını şad etsin niyetine, boğazına dizilse de lokmalar, geçirmeye çalışırsın.

Kimin ne şekilde öldüğü, hangi üniformayı taşıyıp, yerkürenin hangi kutbunda “eyvalla” dediği değil mesele… Genç ölülerin yemeğini yemek hangi aç karnı doyurur dostlar? Hangi dua kabul olur, hangi ruh şad olur? Açalım elimizi hep beraber: El Fatiha… Tanrı katında şahadetse mesele: Fatiha… Arınacaksak eğer çok duayla: El Fatiha…