Düğün ve cenaze
Farkındayım, memleketin gündemi pek ağır. Ergenekon iddianamesinden her gün yeni bilgiler dökülüyor ortaya. Bir yandan sendikalar ile hükümetin pazarlığı, restleşmeler…
Farkındayım, memleketin gündemi pek ağır. Ergenekon iddianamesinden her gün yeni bilgiler dökülüyor ortaya. Bir yandan sendikalar ile hükümetin pazarlığı, restleşmeler… Ve farkındayım, sıkıldınız bizim bu bitmek bilmez “Kürtlük” sorunundan. Ne çok ağlarız biz! Dünya bizim etrafımızda dönermiş gibi, ne çok sızlanırız. En amatör, en yeni yetme sivil toplum kuruluşu bile dinler dinler de bakar ki “iş yok” bu Kürtlerin yakınmasından. Sıkılır, geri durur. Sıkıcıyızdır biz. Dönemselizdir bir o kadar da… Umutlanırız kimi zaman memleket dönemeçlerinden. Kimi zaman susmak gerektiğini hissederiz. İşte şimdi, şu anda,
Bir şiirin sözleri der ya “mezar kaza kaza kederli”… Kimi vakitler, hele de gece ise, sığınırım bu söze. Bir toplumu en iyi anlatır derim bu dizeler. Bugün yine bu mini minnacık cümlenin gölgesindeyim. Varsın olsun gece… Ne hacet güneşsizliğe… Bir düğün salonu… Bir düğün salonu neyi çağrıştırır? Müzik eşliğinde salona giren gelin ile damat; sonra o kat kat pasta. Gelinle damat, alışık ama bir o kadar da sıkıcı biçimde keserler pastayı. Nereden icat olmuşsa, çaprazlama geçirip kollarını, birbirlerinin ağızlarına verirler bir dilim pastayı. Yüzlerce göz eşliğinde. Rujunu bozmamaya dikkat eder gelin. Damat ise sorgulamadadır. Sırayla kenarda izleyen “bekar erkek” arkadaşlarının “erkekliğe sığmayan” bu garip davranışını nasıl yorumlayacaklarının derdi tasası içinde… Yine de yenir pastalar. Sonra kolalar dağıtılır… Adam başı bir tane. Mümkünse çocukları saymadan. Ağlasa zırlasa da çocuklar. Hele Diyarbakır ise… Düğün salonunun arka kapısını keşfeder de çocuklar, arta kalmış artık kolaları 32 dişten tekmil bir sırıtmayla, kafaya dikerler. Garsonlardan kaçak.
Peki ya “evlenen çiftlere mutluluklar dileyen” bir düğün salonunda mevlüt okutmak nedir? Veya şöyle diyeyim, her ilçenin bir “taziye evi” kurduğu bir kentte, taziye evleri dolu olur da, bir düğün salonunda verilirse mevlüt? İşte bu “pazartesi sendromunda”, bir düğün salonu ki adı Barış… Bir garip kelime bu barış… Mevlüdü veren evin apartmanının girişinde “
Sonra yönünü çevirirsin Barış Düğün Salonu’na… Dedim ya, evlenen çiftlere mutluluklar diler salon sahipleri. Gelinli damatlı fotoğraflar vardır. Fakat, beyaz başörtülü kadınlar toplanmıştır salonun bir kenarına. Dualar okunur, eller yüzlere sürülür. Kaybedilmiş çocukların ardından, bir göç kavminde heybeden düşen sahipsiz çocuklar gibi kalmıştır analar. Ellerini yaşlı gözlerinin üstünde gezdirir, çocuksuz, “El Fatiha” niyetine dolandırırlar parmaklarını. Ki “el ele, el yüze”dir bu yokluğun tanımı. Çocuksuzluğun sonsuz boşluğu…
Sonra mesela bir slayt gösterisi yapılır. En az artık kola içmenin keyfini yaşayan kırık kafalı bir çocuk keyfindedir slaytta gösterilen Cumali adlı çocuğun 32 diş gülümsemesi. Her çocuk gibi. Anasını gördüğü anda gülen her çocuk gibi gülümser Tunceli’den Kayseri’ye sürgün bir Kürt çocuğu. Sen, mevlüt niyetine dağıtılan pirinç pilavı ile etli haşlamayı boğazından geçirmeye çalışırken, sorarsın, her çocuk gibi, bu çocuk da neye güler? Dağda ölen bu çocuğun, vaktiyle, yani meşhur Esat Oktay Yıldıran döneminde,
“Tanrım korkma” dersin. Cenaze kaldırmaktan yorulmuş bedeninin, empati denilen o sihirli sözün, hangi coğrafyada, ne işe yaradığını peşine düşmüş olduğunu görürsün. Bitap düşmüş ruhun, hangi ölünün “daha çok ölü” sayıldığı bir şaşbeş vakitte toprak serper kalbinin tüm bölgelerine… Doğusu, batısı, kuzeyi, güneyi ile. “Tanrım” dersin, “toprak doldu yüreğim, in aşağı….”
Sonra etrafına bakarsın. Ölüler, “memleket gündeminin” ne tarafına düşer, gündemde midir ölüleri yazmak, ölüleri anlatmak diye düşünürsün. Mevlüt yemeği yemez oysa ölülerin anaları. Sessiz ağlar, aç dönerler evlerine…
Kimin ne şekilde öldüğü, hangi üniformayı taşıyıp, yerkürenin hangi kutbunda “eyvalla” dediği değil mesele… Genç ölülerin yemeğini yemek hangi aç karnı doyurur dostlar? Hangi dua