Kasanın altındaki çekmecede zulamı gözden geçiriyorum. Odundan sopa. Karşı, dolu gelirse diye o da. Prensipte karşıyım. Tespihimi de buluyorum aynı yerde. Siyahla beyazı yan yana görünce içim bir güzel oluyor. Alıyorum elime okşayarak. Eviriyorum çeviriyorum. Şık şık çekiyorum.

Dükkan-I: Boynunun çukur yerinde

BURÇAK SEL

Fener’e birinciliği vermişiz. Maç eksiğimiz var, tamam ama ne gerek vardı şimdi gemiyi bu kadar düzeltmişken. Koca senenin emeğini bir maçın talihsizliğine kurban mı vereceğiz sorusunu her telaffuz ettiğimde bir sobanın içine düşer gibiyim. Oturduğum yerde birazdan tüm vücudu alev alacak etçil bir hayvanı andırdığımdan şüphe yok. Alevin tutuşma noktası da kulaklarım. Allahsızlar çın çın edip büyümeye başladılar bile kızartıdan çünkü. Yeni transferin hava cıva çıktığı kesinkes ispatlanmış. Ona ilk günden beri zaten kuruluyorum. Sadece yakışıklı diye bizim taraftar grubunun kızları başta olmak üzere şişirildi durdu bu. Yok, geldiği gün kutlama yapmak, yok binlerce sevinç tweetleri bilmem neler. Bişiy desek kıskanç yaftası yiyeceğimizden içimize konuşmuştuk. Al ne oldu şimdi hanımlar. Ne pas atabildi ne gol yapabildi mal. 90 dakika sanıttı durdu. Kulübün borç içindeki kasasını bu dangalağa boşalttık ulan bir de diye ayrıca öfkeliyim. Gündüzden atta da yatmışız. Elimizdeki kupon kendi kâğıdının masrafını bile kurtarmıyor. Hayallere açtığımız yelken kafamıza dolanmış yine. Ve tabii ki içiyorum. Hep içiyorum gerçi de bugün içtikçe sakinleşmiyorum da. Çok gerginim çok. Zirvede birine kafa göz dalmak var, hissediyorum. Biradere, pedere çaktırmadan karakola gelsin diye SMS geçiyorum: Telefonun açık kalsın.

Kasanın altındaki çekmecede zulamı gözden geçiriyorum. Odundan sopa. Karşı, dolu gelirse diye o da. Prensipte karşıyım. Tespihimi de buluyorum aynı yerde. Siyahla beyazı yan yana görünce içim bir güzel oluyor. Alıyorum elime okşayarak. Eviriyorum çeviriyorum. Şık şık çekiyorum. Çekiyorum. Çekiyorum. Yok… Ne içimin bunaltısı ne kulaklarımın yangını geçmiyor. Bizim bebelerden bir ikisi gelse de az birlikte sövüp rahatlasak diye gözüm kapıda. Lüzumsuz bir iki tip girip çıkıyor b…k varmış gibi. Sigara migara alıyorlar. Allahtan maç falan karıştırmıyorlar da vücutları bütün şekilde ayrılıyorlar. TV’deki programa, ortaokula yeni başlayan yeğenimi koysak maçı daha iyi yorumlar yeminle. Programının da konuklarının da sülalesine kökleyip sonsuz bir siyaha buluyorum tek tuşla onu da. Radyodan tabii ki gönüllerin frekansı 96.8’i bulup duruyorum. Sazım türküsünü Haydar Şanlı öttürüyor adeta:

Muhabbet edecek, dost mu kalmadı
Aşk ile coşacak tel mi kalmadı
Cahile diyecek söz mü kalmadı
Suskundur konuşmaz dillerin sazım

Yenilginin üzerine zaten kavrulmuş ciğerimi şişleyip elimize veren parça küskünlüklerimi de anımsatıyor. Ama yüreğimi dağıtmak istemiyorum. Canımız yeterince burnumuzda. Parça bitince bebeleri aramak için telefonu elime alıyorum. Sevdiğim parçaları sonuna kadar dinlerim. Bu da bizim ibadetimiz, kutsalımız. Cevap vermiyor köpoğulları. Cık cık edip kafayı sokağa taraf çevirdiğimde karşı kaldırımdan bizim tarafa doğru yürüyen bir siluet görüyorum. Siluet diyorum çünkü bu endamın canlı bir bedene ait olma ihtimali, bu sene şampiyon olma ihtimalimizden bile zayıf geliyor. Umudum yeni transfer yedi bitirdi. Yoksa bu kadar umutsuz olmazdım. Yedinci şişe devreyi yaktı sakinleşiyorsun belki de falan diye kendimle diyaloğa başlıyorum. Gözlerimi ovalıyorum. O kadar alkol, afrodizyağı kendine eş tutmuştur lan saçmalama ne insanı, bişiyi diye ikna turlarına başlıyorum. İnanamıyorum bir süre bu kadar güzel bir varlığın bizim mahallede hem de bu vakitte olmasına. Ben değil, ağzına sudan başka bir şey değdirmeye dükkânın bir üst katında oturan hacı amca bile inanamaz bu görüntüye. Onun bile “saf” kanını aşacak bir kimya lazım bu görüneni bilmek için. Onu da geçtim, değil bizim gibi ömrün genç denecek kısmından orta kısma yeni geçiş yapmış ve ruhu hasar yemişlerin, gözü hep kötü şeylere aşina olanların beyni; taptaze bir dimağ bile inanamaz. Çünkü bunun gerçeklikle ilgisi yok, diyorum. Gerçek olamaz. Ben böyle emmiydi, dayıydı diye zırvalarken geliyor gelmekte olan bu arada. Kalp atışım hızlanıyor. Kalbi boş verelim. Çok alkol aldığımdan benim genelde organlar hızlı. Ama çişim geliyor yav. Altımıza hiç işemediğimizden değil o da; bu yaklaşan güzelliğe, gerçekse mahcup olmayalım diye ilk elden. Derin nefes alıp tespihi bileğime geçiriyorum. Sakinleşmeye çalışıyorum. Yoksa buraya mı ulan sorusuna tırmanırken saliseler, hoop içerde... Merhaba, Carlsbergler ne tarafta, diyor. Anaam… Sesi var ya, küçüklüğümden bir akrabamın sesini andırıyor. Yüzünü hatırlamadığım ama sesi kulağımda asılı kalmış bir akrabamın. Orta kalınlıkta, kendine has bi toklukta bir ses bu ve kanımı anında ılıtıyor, az ılıkmış gibi. An itibariyle de kulaklarımdan sebep üç kafalı hissediyorum kendimi. Tribün gibi karşılıyoruz yani ömrümüzün güzelliğini iyi mi. Endamı uzaktakinden daha bi güzel yalnız. Ayrıntıyı veremeyeceğim bizde kalsın. Ama bir diz üstü etek bir kadına ancak bu kadar yakışır. O kadarını diyim bari. Yüz dersen çizilmiş gibi. Akşam akşam içimiz daha bi bozuluyor bu mükemmel gerçeklikle. Eteğine bakıp yürek yemiş olduğuyla ilgili toplumcu düşüncem beni gerçek olduğuna da ikna ediyor. Hayallere uzay aracı hızıyla geçiş yapıyorum. Düğüne şerefsiz dayımı çağırmıyorum diye annem bayılıyor. Öyle durmuş bakarken kendisine sesim içime kaçıyor. Şurada diye işaret edebiliyorum yalnızca. Niyeyse sol elimi kaldırarak (solak değilim) ve dolabın alt kısmını göstererek. Eğilip iki tane alıyor ve şişeleri bana bakarak önüme getirip bırakıyor. Normalde müşterinin bu bakışı ne ödeyeceğim bakışıdır. Bunun ardından bedeli telaffuz edersin. Ama ben donmuş vaziyetteyim yahu çıtım çıkmıyor. Annemi ayıltmaya çalışıyorum belki, müşterim olmasın diye yalvararak. Biraz bekledikten sonra ne tuttu, diyor. Bişey tutmadı diyebiliyorum o ne demekse. Yemin ederim birden bire ağzımdan bu çıkanı ben de anlamıyorum. Nasıl yani? Ben bu kadar içebiliyorum. Fazlası midemi ağrıtıyor. Zorunda mıyım fazlasını almaya sen memnun olacaksın diye hem. He? Taksici kısa mesafe diye surat sallar, tekelci efendiyi kasayla içki almadıkça memnun edemezsin. Üstüne bir de imalı laf yersin. İnsan dükkânına selamla girene bi karşılık verir usulden de olsa falan diye yükseliyor. Bilmiyor ki dilimi yuttuğumu. Yükseldikçe bu, boynunun çukur yerinde kızarıklık oluşuyor. Güzel şeyler hayalliyorum oraya bakarak. Oğlanın adını ısrarımla Mahir koyuyoruz. Gülümseyecek gibi olup toparlanıyorum. Bakışlarımı gerdandan kaldırıp gözüne doğrultmaya çalışarak, yok yok onu demek istemedim, bakın kastım o değildi, isterseniz hiçbir şey ödemeyin gafıyla iyice çuvallıyorum. Yok artık terbiyesiz. Bir de tespih çekip sırıtıyor karşımda kaba herif, deyip girdiğinden beri sağ elinin içine kıstırdığı --buraya odaklanmam esnaf deformasyonu- elliliği yüzüme fırlatıyor. Üzeri kalsın diye poşeti kapıp basıp gidiyor. Şişeleri ne ara poşetlediğim hafızada yok. Öyle kaç dakika ayakta kaldığımı Allah biliyor. Kıpkırmızı oturuyorum. Siyasetteki rengimizi ne kadar abarttıysak derimize yapıştı. Bebeler geliyor çok geçmeden. Abi aramışsın nişandaydık. Hüseyin abinin kızının, diyorlar korkarak. Façamızı kendi mekânımızda aldırmış olmanın tutukluğuyla yılımsıyorum: “Nişan nasıldı’yı yarın konuşacağız. Gördüğünüz herkesin eşkâlini bana vereceksiniz tamam mı? Şimdi ışıkları kapatın. Sonra da eve atın beni.” Beni, hele bir yenilgi sonrası böyle bir gevşeklikte görmeye alışkın olmayan bebeler birbirlerine bakıyor. Başka bir zirveye eriştiğimi nerden bilsin garipler. Çekmeceye bileğimden akıttığım tespihimi ve yüzüme çalınan elliliği yerleştirdiğimi görerek seviniyorum. İkisini de bir kez daha okşadıktan sonra itinayla kapatıyorum kendisini. Gerisi, bizimkilerin kolları…