Memleketimiz “bir tarihsel yol ayrımına giderken” dikkatimizi ana noktalara yoğunlaştırabiliyor muyuz? Siyasal sürecin “kilit” noktasını saptayıp önceliklerimizi ona uygun yukarıdan aşağıya sıralayabiliyor muyuz?

Dün, bugün, yarın: Durumda/siyasette “kilit”
Çanakkale Savaşı, 1. Dünya Savaşı'nın en önemli cephelerindendi. Mustafa Kemal de bu cephede aktif görev almıştı.

Can ATALAY

Mahpushanede dışardaki gündemi dışardakilerden daha iyi takip edersin demişlerdi. İlk günlerde pek inanmamıştım, öyleymiş.

İçerinin de kendine göre bir koşturması, günlük mesaisi var ama her durumda dışardakinden çok daha sade bir hayat sürdürünce, gazete ve televizyonda haber takibi de en önemli iş olunca, gelen gidene bizim gündem aktardığımız dahi oluyor.

Sağ olsunlar, ziyarete gelenimiz de çok; onlardan da televizyondan işitmenin, gazetede okumanın mümkün olmadığı/olmayacağı birçok havadis, irili ufaklı ayrıntı da işitiyoruz.

Malum “akşam erken iner mapushaneye”; el ayak çekilip yemeğe oturduğumuzda konuşulacak yığınla mesele, uyumaya çalışırken ise kafanızda yanıtlı/yanıtsız uçuşan türlü türlü sorular oluyor.

Haksızlığa uğramışlık hissinin çağırdıklarından daha önemlisi bu zulmün nasıl aşılacağına ilişkin olanlar kafanızın içinde dolanıp duruyor.

Tam da böyle bir anda her şeyi sadeleştiren bir kitap geldi, “Çanakkale Muharebeleri”. Kitap, önce Melike Bayrak Özçelik ile birlikte yazarı olan Şahin Aldoğan imzasıyla okunmaya değer oldu benim için. 1968’in devrimci deniz subaylarından, çocukluğumdan bugüne tanıdığım sevgili büyüğüm Şahin Aldoğan’ın Askeri Deniz Lisesi (kitapta 1965’den beri diyor) döneminden bu yana sürdürdüğü titiz çalışmanın ürünü dikkat çekiciydi ama kitabın asıl ilhamı gündemdeki sorunlara yaklaşım tarzımız üzerine oldu. Kitap, baştan sona bir “kilit” sorununun anlaşılıp anlaşılamaması üzerinde duruyor. Böylece, önemli bir deneyime ilişkin bir strateji ve taktik değerlendirmeler kitabını okurken, Türkiye’nin yeni dönemecinde önümüzde duran sorunlar yumağını önemlisine göre sıralamak, ana meseleleri yakalamak ve yoğunlaşmak konularında durumumuz üzerine yeniden düşünmek fırsatını yakalamış oldum.

Sosyal bilimlerde laboratuvar olmaz, karmaşık görünenleri sadeleştirmek ve mücadelenin önceliklerini, ağırlık noktalarını tayin etmek için bir yordam zorunludur. Birinci Dünya Savaşı’nın (Marne Muharebesi ile birlikte) en önemli muharebesi niteliğindeki Çanakkale Muharebeleri, içinde bulunduğumuz durumu anlamamıza, ana halkasını kavramamıza nasıl yardımcı olabilir ona bakalım.

Tekrarlayayım, amacım kitap üzerinden güncel sorunları ele alışımızı konuşmak olduğu için özellikle 25 Nisan ve 6 Ağustos çıkartmaları üzerinde duracağım. Bu harekâtları İtilafçılar (saldırganlar) nasıl planladı, “bizimkiler” saldırganların planlarını okumakta ne kadar başarılı oldular? Daha doğrusu okuyabildiler mi, durumu anlayabildiler mi?

Önce 25 Nisan çıkartmaları, saldırganların planı neydi?

Biritanya’nın ve Fransa’nın kibirli siyasetçileri hasımlarını küçümserler, küçümsedikleri için de harp tarihini/kurallarını göz ardı ederek Çanakkale Boğazı’nı denizden doğrudan geçebileceklerini düşünürler. 18 Mart’ta, dönemin en güçlü deniz savaş gemileri ile kıyıları ağır bombardımanla neredeyse dümdüz ederek savaşı başlatırlar. Bir savunma savaşı sürdüren “bizimkiler” serinkanlı bir kurmaylıkla savaşı boğazın tam içinde kabul ederler, saldırganları topçu atışı ve mayın eşgüdümü ile kesin bir başarısızlığa uğratırlar (s. 32-34). Saldırganların planlarını ve “bizimkilerin” karşı planlarını detaylıca s. 22-46 arasında okuyoruz. 18 Mart’taki kurmaylık başarısının altını çizelim. Düveli-muazzamanın güçlerini dar bir alana sıkıştırmak, bir bakıma büyük bir gücü sıkıştırarak küçültmek yaklaşımı başarıyı getirir. Keşke bu zekice serinkanlı yaklaşım daha sonra da devam edebilseymiş diye hayıflanmadan edemiyoruz.

18 Mart’tan sonra siyasiler susar, artık askeri cihet öne çıkar (s. 47). “… mayınları temizlemeden donanmanın boğazdan geçemeyeceği …”, anlaşıldığından, “mayınları temizlemek için mayınları temizletmeyen topları …” susturmak gerektiğinden, “sabit ve seyyar bataryaları susturmak için de kara harekâtı …” yapmak gerekiyordu. Boğazdan sorunsuz geçmek için karada bir temizlik, temizlik için de hâkim yükseltileri işgal etmek gerekiyordu. Hâkim yükseltiler Kilitbahir Platosu’ydu. Temizlik ancak bu bölgeye hâkim olunursa yapılabilirdi (s. 51).

Kilitbahir denilince yaklaşık 30km²’lik bir alandan söz ediliyor. Sonuçta her iki taraftan dönüşümlü olarak bir milyon askerin savaştığı, iki yüz elli bin askerin yaşamını yitirdiği, çağın en önemli deniz savaşı gemilerinin (kruvaziyer, destroyer, mayın gemisi vb. vb.), yüzlerce topun dahil olduğu, çok sayıda stratejik, taktik, tespit, örtme, yanıltma harekâtının yapıldığı bu savaş aslında son derece basit bir biçimde 30km²’lik Kilitbahir Platosu etrafında cereyan ediyordu. Her şey bu alanın ele geçirilmesi içindi, elbette savunma da buna göre kurulmalıydı. Lütfen, bu basitliği siyaset konuşmaya geçince de hatırlayalım.

Haklı olarak hemen şu soru sorulabilir: Üzerinden 100 yıllık bir süre geçmişken, konuyla ilgili onca belge, kitap, belgesel ve film yayınlanmış/yapılmışken konuşmak kolay. “O gün”, “o koşullarda” savaşın “Kilitbahir” savaşı olduğu kavranabilir miydi?

İşte ana soru budur, “o gün” ana halkayı, “kilit”i yakalayabilmektir. Hasmının planının ağırlık noktasını okuyabilmeye (özellikle planları sözcüğünü kullanmıyorum, çünkü sonuçta her şey bir ağırlık noktası çevresinde dönüyor) bu nedenle ustalık deniyor.

O günler de bile “kilit” anlaşılabilir miydi sorusunun yanıtı açıkça “evet”tir. Kitabın 61 ila 77. sayfaları tam da bu bakımından önemli. “Bizimkiler”in dikkatlerini hasımlarının planının ağırlık noktasına yoğunlaştırmak yerine duruma nasıl dağınık bakışla yaklaştıklarını anlatıyor. Lütfen, duruma çoklu ağırlık noktaları oluşturarak yaklaşmanın sakıncalarını siyaset konuşmaya geçince de hatırlayalım.

“Bizimkiler”in duruma yaklaşımı

Boğazı denizden ve doğrudan geçmenin tam bir başarısızlıkla sonuçlandığı 18 Mart’tan sonra bir çıkartma yapılacağına kesin gözle bakılıyor, hazırlıklar buna uygun yapılıyor. Bir çıkartma yapılacağı saptanmış ancak çıkartmanın hangi amaçla ve nere(ler)den yapılacağı konusunda saldırganların sanki sonsuz seçeneği varmış gibi yaklaşıyorlar. Aşağı yukarı her koyu çıkartma alanı olarak görmek, Saros üzerinden harekâtla karadan doğrudan İstanbul üzerine yürümek vb. seçeneklerinin hepsinin olanaklı olduğunu varsaymak… Bu hatalı bakış hem 25 Nisan, hem de 6 Ağustos hazırlıklarında etkili oluyor.

Böylece “(neredeyse) sonsuz ihtimaller” karşısında “oynak savunma sistemi” (s. 65) oluşturuluyor. “Kıyıları zayıf sahil gözetleme kıtalarıyla tutmak ve güçlü ihtiyat birlikleriyle düşmanı geri atmak”, “… bir nevi düşmanın sahile çıkmasına müsaade etmek …” (s. 66).

Bu yaklaşım neden yanlıştı? Kitapta çok güzel özetlendiği için oradan aktaralım. “… şöyle düşünmek gerekir(di): Stratejik amaç nedir, stratejik hedef neresi olabilir? Tüm bu boğazın kilit noktası neresidir? Bo��azın kilit noktasının, yani çıkartmanın stratejik hedefinin Kilitbahir Platosu olduğu evvelden bilinir” (s. 66-67). İlginçtir, Kilitbahir (denizin kilidi) ve Seddülbahir (denizin engeli) isimleri 15. yüzyılda yapılan tanımlardır. İstanbul’un kuşatıldığı 1453 yılının Nisan-Mayıs aylarında Çanakkale Boğazı’nın (tıpkı Yıldırım Bayezid döneminde olduğu gibi) Gelibolu Tersanesi önünden savunulamayacağı 12 parçadan oluşan Venedik Donanması’nın Osmanlı Donanması önünden geçerek Haliç’e varmasıyla anlaşılıyor. Boğaz’ın kendi içinden yani Kilitbahir-Çanakkale arasındaki en dar bölgeden (darboğaz) korunabileceğine hiçbir kuşku kalmıyor ama mesele de işte bu, deneyimleri dikkate almak… Tarihsel bilgi ve deneyimleri kavramlaştırmak, hatta “adını koymak” kadar onun hakkını vermek, zamanı gelince hatırlamak ve gereğini yapmak gerekiyor.

Sonuç olarak yığınakta hata yapıldığı için çıkartma ağır kayıplarla bir noktada durdurulabiliyor, ama saldırganlar da sahillerde yerleşiyorlar. Böylece binlerce cana mal olan bir süreç başlamış oluyor.

6 Ağustos: Yanlışlardan ders çıkartmak

Önce “bizimkiler”…

İtilafçılar, kilitlenen cepheleri açmak için yeni bir çıkartma harekâtı planlarlar. 25 Nisan çıkartmalarındaki öngörü hataları aynen ağustostaki kilitlenen muharebe alanını “açmak” için yapılan çıkartmalarda da tekrarlanır. Savunma savaşını yöneten kurmay heyeti yeni çıkartmanın yeni yollar da izleyebileceğini düşünür. Albay Mustafa Kemal’in ısrarları üzerine Kuzey grup komutanı paşa ve kurmay başkanı gelir. Birlikte Düztepe üzerine çıkarlar, Albay Mustafa Kemal, eliyle sahilden Kocaçimentepe’ye uzanan bir yay çizer ve “buradan gelecekler” der. Tam da “oradan” gelirler (s. 303). Ama öngörüsü benimsenmediği için bomboş sahile çıkarlar.

“Halbuki şunu düşünmek lazımdı: Cephe kilitlenmiş, bu kilitlenen cephede ne yapılabilir?” (s.392) Diğer bir söyleyişle, mücadele ettiğin gücün avantajları/olanakları kadar kısıtlarını da belirlemek önemlidir. Kısıtlarını dikkate almazsan ve gücünü geniş bir alana yayarsan ne olur? “Gerek Arıburnu çıkartmalarında gerek Anafartalar çıkartmalarında 5. Ordu hep ansızın yakalanıp bir yerlere koşturarak birlik kaydırmaya uğraşmıştır.” (s. 394)

ÇANAKKALE MUHAREBELERİ, Yazar: Şahin Aldoğan-Melike Bayrak Özçelik, Yayın Evi: İş Bankası YayınlarıÇANAKKALE MUHAREBELERİ, Yazar: Şahin Aldoğan-Melike Bayrak Özçelik, Yayın Evi: İş Bankası Yayınları

Saldıranlar, Uygulamada Ağırlık Noktasını Kaydırarak Stratejilerini Bozuyorlar…

İtilafçıların Ağustos 1915 Çıkartma Planı, kuzeyde, Arıburnu ve Anafartalar körfezleri üzerinden baskın tarzı, hızlıca tepelere yönelen ve buralara yerleşmeyi hedefleyen bir saldırıdır. “Bu plan için Sarıbayır Tepeleri’nin, kilit rol oynayan Conk Bayırı ve Koçaçimen Tepe’nin hızlıca ele geçirilmesi gerekiyordu.” (s. 290) “Asıl amaç Arıburnu cephesini çökertip Kilitbahir Platosu’na ilerlemektir” (s. 305). Kazanmak için (denizin) kilidini açmak zorundadırlar.

Plan ve hedefleri yerindedir. Plan doğrultusunda seferber edilen askeri güç ve teknik olanaklar da uygundur. Plan uygulanmasına 6 Ağustos’ta başlanır. Bomboş bir sahile çıkmalarına ve önlerinin önemlice bir süre boş olmasına rağmen başarısız olurlar. Neden? Çünkü uygulamada, uygulayıcılar planın ağırlık noktasını değiştirecek adımlar atarlar. Ağırlık noktası kaçırılınca ortada plan da kalmaz.

İlk olarak, planda uygulayıcının inisiyatifi güçlendirmek adına kullanılan “mümkün olursa”, “mümkün gördüğünüz takdirde” (s. 297-298) ifadeleri stratejide ilk gediği açar. Planının ana özelliği olan hızlı hareket etmek uygulayıcıların adımları ile ikincil bir öncelik durumuna gelir. Önce limanı emniyet altına almak, topçu desteğini sağlamak vb. gibi “sağlam adımlarla ilerlemek” yaklaşımı öne çıkınca iki gün kaybedilir (s. 387). Bu arada asker sahilde dinlenir, deniz banyoları yapar (s. 388).

“… hedeflenen tepeleri ele geçirmek için baskın şeklinde yapılması istenen harekât için geç kalınmıştı… Hedeflenen zaman planı tutmamış ve varılan son noktada siper kazarak bir sonraki planlamaya geçilmekten başka yol kalmamıştı” (s.328).

Elbette yapılan yanlışlıklar “bizimkiler” için bulunmaz nimettir. “Bizimkiler”e öngörüsüzlükleriyle bıraktıkları devasa boşlukları doldurmak için zaman/olanak tanıdı. Saldırganlar bakımından ise değil cephedeki kilitlenmenin açılması hedefinin başarılması o kilit kalıcı hale gelir, saldırganların başarısızlığı ufukta görülür.

Birinci ve ara sonuç: Bir stratejinin/planın ağılık noktası hız iken başka faktörlere verilen ağırlık o stratejiyi/planı yok hükmünde kılar.

İkinci ve ana sonuç: Hem “Kilitbahir”i yakalayacağız hem de her aşamada yönelimlerimiz, attığımız adımlar bu ana halkaya uygun olacak.

Türkiye’nin kritik döneminde “kilitbahir”

Bunun öncelikle bir kitap tanıtım yazısı olmadığını yineleyeyim. Tarihimizdeki bu önemli olayla ilgili bu kadar akıcı bir kitabı hararetle öneririm. Gerek memleketimizde gerekse de tüm coğrafyamızda sonraki gelişmelere etkili olan Çanakkale Muharebeleri’ni tüm ayrıntılarıyla anlatan bu kitap vesilesiyle, bir an -en azından bir an- kafamızı kaldırıp -siyasal durumun bütününe- bakmamıza ve sadeleşmemize ilişkin bir katkıda bulunabilir, diye düşünüyorum.

Memleketimiz “bir tarihsel yol ayrımına giderken” dikkatimizi ana noktalara yoğunlaştırabiliyor muyuz? Siyasal sürecin “kilit” noktasını saptayıp önceliklerimizi ona uygun yukarıdan aşağıya sıralayabiliyor muyuz? “İstibdat Rejimi”ni daha da derinleştirerek sürdürmek isteyen iktidarın planının bir kilidi var mı? Acaba zaman zaman biz iktidarı sonsuz seçeneklere sahip bir siyasal hasım olarak görmüyor muyuz?

Bir dönem, demokratik ve sol kamuoyunda “seçimlerin yapılmayacağı veya bir vesileyle ertelenebileceği” seçeneği de tartışılıyordu. Ne iyi ki böylesi bir kafa karışıklığı epeyce aşılmış durumda. AKP’nin bütün dikkatini (erken ya da zamanında) seçimlere yönelttiği, elindeki tüm kuvvetleri, olanakları bu amaca göre düzenlemeye çabaladığı yönünde geniş bir mutabakatımız var.

Bu tespit önemli, çünkü sadeleşmemize yardımcı oluyor. Çünkü AKP, başlangıcından bugüne meşruiyetini ancak ve mutlaka seçimlerle sağlayabilir. Diğer yollar AKP’ye kapalıdır. “Atı alan Üsküdar’ı geçti” demek için bile seçime gereksinim duyar. Seçim sürecine ve sonuçlarına müdahalede sınır tanımayabilir (ki bu durumu da abartmak kafa karışıklığımıza neden olmaktadır) ama sonuçta sandıktan bir sonuç çıkartmak zorundadır.

Türkiye’nin içinden geçtiği karanlığın ve karşı karşıya bulunduğu tehlikenin ciddiyetiyle ilgili herkes mutabık. Durumu, “İslamofaşizm” veya “AKP-MHP faşizm”i olarak tanımlayanlar da var. Bu tür tanımlamalara katılmıyorum. Ancak bugün için bu türden tanımlamaları yapanlar dahi AKP’nin seçimi kurtarmaya yönelik bir çaba içinde olduğunu kabul ediyorlar.

Sözü daha da uzatmayayım, AKP-MHP dışındaki çoğunluk karşımızdaki tehlikenin, o tehlikenin ciddiyetinin farkındayız. Son sözü erken veya zamanında seçim söyleyecek.

Çok söylendi ama tekrarlayalım, 12 Eylül Cuntası dahi kendi meşruiyetini “geçici” oluşu kabulü ve iddiasına dayandırmaya çalışıyordu. Karşımızdaki tehlike ise değil “geçici” olmak kabulünü kendisinin ezeli ve ebedi olduğunu, üzerine basa basa söylüyor.

“Erdoğan milletin temsilcisi değildir; milletin organik bir devamıdır. Erdoğan -örneğin- milletin bir kolu, eli gibidir” hukuki görüşünü(!) 1920’lerde yahut 1930’larda İtalya yahut Almanya’da değil bugün Türkiye’de en yetkili ağızlardan işitiyoruz.

Tehlikenin farkındaysak, Türkiye’de toplumsal/siyasal formasyonun en önemli harçlarından birinin seçim olduğunu; diğer bir söyleyişle AKP’nin mutlaka bir seçim sınavından geçeceğini biliyorsak her şeyi bu “kilit”e uygun konuşmak/eylemek zorundayız.

Konu “istibdat rejimi”nin her alanda ve mutlaka sandıkta kaybetmesidir. Sandıkta kritik bahsin cumhurbaşkanlığı oylaması olduğu aşikârdır. AKP’nin cumhurbaşkanlığı seçimlerine ilişkin gerek seçim eğik düzleminde (seçim sath-ı maili) gerekse de seçim gününde tüm güç ve olanaklarını seferber edeceği bu kadar açıkken seçim ikinci tura da kalabilir fikrine ilişkin hiçbir yaklaşım “sorumlu” addedilemez.

Memleketin sorumluluğuna talip olmak ne kadar güçlü/güçsüz olunduğu ile ilişkilendirilemez. Geleceğe ilişkin “hazırlık” bugünün sorumluluğunu almak, katkıda bulunmak ile mümkündür. Bugünün “Kilitbahiri”ni kavrayıp gereğini yapmayan yarını da kazanamaz.

Karşımızda ilk turda kaybetmesi gereken “istibdat” duruyor. Bugünden oy kullanma gününe kadar “seçim süreci”dir. İster erken ister zamanında olsun bu upuzun bir yoldur.

Bu uzun yol; seçim gününü, sandık güvenliğini ve yurttaşın oyuna sahip çıkmayı da kapsar. Meşru bir seçim sonucunun çalınmasına ancak, seçimin meşru sonucunu savunan, “istibdat rejimi”ne karşı olan toplumsal ve siyasal hareketlerin birlikte veya ayrı ayrı, ama aynı amaca yönelmiş ortak duruşu karşı koyabilir.

Siyasal durumun kilidi, seçimle ve ilk turda açılmalı; her şey bu “Kilitbahir” menzili doğrultusunda kavranmalıdır.