Küba'da yine karşıma çıkmıştı Nazım. Che Guevara’nın Havana’daki evinin girişindeki duvarda Che’den alıntılanmış sözler yazılıydı; “Ölümüm bir yıkım olarak düşünülmemeli, Hikmet’in dediği gibi, toprağa yarım kalan bir şarkının kederini götüreceğim sadece.”

Dün gece rüyamda Joe Hill’i gördüm

Semiha Durak

Eylül vedalar ve ayrılıklar getirdi yine. Hiç sevmedim, sevmiyorum eylülleri. Ağustos güzeldi ama. Hüseyin Cevahir’i dinledim ve ağustosta gittim bu yaz yine İstanbul’a. Gittim de, sonra İngiltere'ye geri dönmek kolay olmadı. İstanbul'u bırakamama hali değil kastettiğim; dönmek gerçekten zordu bu yıl. Ülkeler arası yollar labirente, yolculuklar bulmacalı bir oyuna döndü çünkü. Renklerle bölündü ülkeler. Kırmızı ülkedeysen oyunu kaybettin, başa dönüp kendine yeni bir yol, uygun renkte bir ülke seçiyorsun ve koşuyorsun!

Bu oyunda benim payıma Atina düştü. Pire'deki açık hava tiyatrosunda Theodorakis Orkestrası’nın konseriyle başladım Atina günlerime. Henüz eylül olmamış, vedalar başlamamıştı. Theodorakis de hâlâ hayattaydı. 96 yaşındaki Theodorakis’in de sahneye çıkacağını hayal edecek kadar hayal gücüm kalmış. Konsere "Nazım Hikmet’ten bir şiir” diyerek başlamaları hayal değildi ama. Sahnenin arkasında kızıl bir güneş batıyor, harfleri değişse de anlamı değişmeyen, Nazım’dan sözler dökülüyordu sahnedekilerin dudaklarından. Atina’ya gece iniyor, ağustos böcekleri bile susmuş onları dinliyordu.

Bu akşam
bir sokak şarkıcısıyım hünersiz bir sesim var;
sana,
senin işitemeyeceğin bir şarkıyı söyleyen bir ses.
Karanlıkta kar yağıyor,
sen Madrid kapısındasın.
Karşında en güzel şeylerimizi
ümidi, hasreti, hürriyeti
ve çocukları öldüren bir ordu.

Nazım İspanya İç Savaşı için, 1937’de yazmış bunları. Ama hâlâ karşımızda "en güzel şeylerimizi" öldüren o ordu. Başka başka şehirlerin kapılarında bekliyoruz her birimiz. Birbirimizden habersiz. Nazım’ın şiirlerinden tüm zamanlara ve coğrafyalara sızan, ulusötesi dayanışmaya nasıl da hasret yaralı ruhlarımız. Nazım'ın ve çağdaşlarının uzansalar yakalayacaklarını sandıkları, belki de gerçekten yaklaştıkları başka/alternatif bir dünyanın umuduna. 50'lerin ortasından 60'lara, 70'lere uzanan Bandung ruhuna, Üçüncü Dünya'ya, 68’lerin inadına.

Nostaljik büyüsüyle ışık vermeye devam etse de ağıt yakılan başarısız bir proje olarak arşivlerde yerini aldı Üçüncü Dünya. "En güzel şeylerin" hikâyesini yazmaya başlayanların zamanına ait o devrimci iyimserlik yerini hayal kırıklıkları ve karamsarlığa bıraktı. Bugünün çocuklarına nostaljik devrimlerin romantizmi bir şey ifade etmiyor. Kahramanlarının öldüğü, yenildiği hüzünlü hikayeler korkutup kaçırıyor bazılarını. Daha iyi anlatmanın bir yolu olmalı.
Geçmiş mücadeleyi hayatta tutmak, unutkanlığa ve korkuya karşı direnmenin bir yolu çünkü. Şiire dönmeli belki de yeniden. Dünyanın neresine, kaç yüzyıl ötesine gidersek gidelim şiir gelip buluyor bizi. Kaçış yok şiirden.

Geçmiş de öyle aslında. Şiire benziyor biraz. Ne kadar unutturulsa da etkileriyle şu an, şimdi, her daim burada. Evdeki kavgamızdan sokaktakine, bir yerlerde yanlış gitmiş bir tarihin akışı belirliyor her yaşadığımızı. Devrime yaklaştıklarına inanan 60'ların, 70'lerin çocuklarından çalındığı için umut şimdi karanlıkta günlerimiz. Kapitalizmden başka bir alternatifin imkânsız olduğuna inanıyor, başka türlü bir şeyi hayal edemiyoruz. 11 Eylül 1973’teki Şili darbesinden 11 Eylül 2001’deki ikiz kule saldırısına uzanan zaman diliminde iyice perçinlenen neoliberalizm hayal gücümüze karşı açtığı savaşı kazanmış görünüyor. Thatcher’in “Başka bir alternatif yok” diyerek ruhumuza işlediği umutsuzluk ve çaresizlik, ölen hayallerimizin omuzlarımızda taşınan cenazeleri.

Kötüler ve iyilerin savaşı, anlatılarıyla kazanılması mümkün olmayacak kadar derin ve eski bir savaş bu. Bir "antik acılar" tarihine bakıyoruz hep birlikte.
Tarihle, şiirle, felsefeyle, müzikle donatılmış fikirlerin gücüyle, kocaman açılmış gözlerle bakmak gerekiyor dünyaya. Politika ile hayal gücünün kesiştiği noktadan doğan direniş biçimleriyle "sınırsız" bir dayanışma ağı kurmanın yollarını yeniden aramaktan başka çare yok. Nazım’ın Hindistan’a, Etiyopya’ya, İspanya’ya, İtalya’ya bakan şiirlerini ve onu 1958’de Taşkent’te yapılan Asya-Afrika Dayanışma Konferansı’na götüren dayanışmacı ruhunu, dünyayı “görme biçimini” anlamak gerekiyor. Taşkent’te ve daha sonra 60'larda Üç Kıta konferanslarının yapılmasını sağlayan ve Üçüncü Dünya umudunu yaratan 1955 Bandung Konferansı'nı hatırlamak sonra. Latin Amerika'nın Şili'si ve Ortadoğu'nun Cezayir’ini buluşturan o bilinçten güç alarak devam etmek yola...

Afganistan, Irak, Lübnan ve Suriye’de bugün olanlar, 60’lara ve 70'lere bakınca anlaşılıyor. Latin Amerika soluyla dayanışma içinde güçlenmeye başlamış Arap solunu parçalayan İran Devrimi’nin de Şili'deki faşist darbenin de arkasında CIA’nin olduğu sonradan belgeleriyle ortaya çıktı. İki uçtan saldırıyla kıtalararası dayanışma dinamikleri yok edildiği için şimdi bu kadar karanlık o coğrafya.

60'lara, 68'lerinkine benzer bir ruhun bugünün dünyasında yeniden canlandığını hayal etmek zor olabilir. Belirsizliklerle dolu bir gezegende, sonsuz bir karanlığın içinde olduğumuza inanırken hem de. Çok zaman geçti, çok şey değişti. Ama farklı kimliklerin ortak zeminde buluşmayı başardıklarının ve "alternatif" bir dünyanın varlığının tarihsel kanıtı olarak düşünebiliriz o yılları. Sınırlara meydan okuyan bir dayanışmanın ne kadar güzel bir şey olduğunu hatırlamanın tam da zamanı şimdi. Birbirinden ayrılmış, ayrıştırılmış renkleri yeniden buluşturmanın vakti gelmedi mi? Renklerle bölündüğümüz değil, renklerin birleştirdiği zamanlara özlem duymanın da ötesine geçtik, acil durum sinyali veriyor Dünya.

Amerika'daki işçi hareketinin öncülerinden Joe Hill'in adını ilk kez bir şarkıda duymuştum. Joan Baez söylüyordu. “Dün gece rüyamda Joe Hill’i gördüm” diye başlıyordu şarkı. Joe Hill’in 1915’te kurşuna dizilerek öldürülmeden önce arkadaşına gönderdiği telgrafta yazan sözleri tüm zamanlara ışık tutuyor; “Yas tutmakla vakit kaybetmeyin, örgütlenin.”

Yakın geçmişte tanık olduk, küçük de olsa bir açıklık bulunca bir yerlerden ışık sızıyor, hayal gücü birdenbire ortaya çıkıyor. Karanlıkta yağmaya başlayan kar geceyi aydınlatıyor. Biraz dikkatle bakınca fark ediyoruz aslında o kadar da karanlık olmadığını. Son zamanlarda Amerika ve Avrupa'da yapılan anketler gençlerin sola yönelmeye başladığını gösteriyormuş. Hatta Y, Z Kuşağı falan değil, direkt “Sol Kuşak” diye söz ediliyor onlardan. Öğrenci harçlarının, borçlarının, işsizliklerinin ve iklim krizinin nedeninin kapitalist sistem olduğunun bilincindeler. Daha başlamadan karartılan hayatlarını, çalınan geleceklerini geri almak istiyorlar.

Başka güzel şeyler de oluyor. Geçen yıl Hindistan’da 250 milyon çiftçi greve gitti, hala da devam ediyorlar mücadeleye. Sovyetler Birliği'nin “başarısız” sosyalizm denemesinden geriye kalmış sosyalist deneyimler ve yeni başlayan dayanışma kooperatifleri var dünyanın değişik yerlerinde. Bolivya ve Peru’da her türlü entrikaya rağmen iktidara gelen sol hükümetler, kısıtlamalar ve ambargolara rağmen hala direnen, hatta Biontech kadar etkili bir aşıyı (Abdala) bulan Küba var.

Yıllar önce Küba'yı gidip görme şansım olmuştu. Orada da yine karşıma çıkmıştı Nazım. Che Guevara’nın Havana’daki evinin girişindeki duvarda Che’den alıntılanmış sözler yazılıydı; “ölümüm bir yıkım olarak düşünülmemeli, Hikmet’in dediği gibi, toprağa yarım kalan bir şarkının kederini götüreceğim sadece.”
Geçen yıl eylülde ölen anarşist antropolog ve Occupy Wall Street hareketinin öncülerinden olan David Graeber de şarkısı yarım kalanlardan, çok erken gidenlerden. “An meselesi” diyor yazdığı denemelerden birinde David. Geniş kitleleri saracak bir hayal gücünün, kitlesel bir uyanışın eşiğinde olduğumuzu söylüyor ve şöyle devam ediyor; “öngörülemeyen bir krize ilk tepki genellikle şok ve kafa karışıklığıdır; ama bu bir süre sonra geçer ve yeni fikirler ortaya çıkar. Tek sorun; algılarımızın onlarca yıl süren acımasız bir propagandayla düğümlenmiş olması, o yüzden göremiyoruz.”

Göremiyor olabilir miyiz gerçekten de? "Kaç kişiyiz şurada, sayımız az, gücümüz yok" derken bundan emin miyiz sahiden? Sokağa çıkmadan nasıl biliyoruz kaç kişi olduğumuzu? Başka başka şehirlerin kapılarında bekliyoruz herbirimiz. Birbirimizden habersiz. Herkesin dilinde de hep aynı şarkı, sessizce mırıldanıyoruz kimsenin “işitemeyeceği hünersiz bir sesle.”