Şirinler’in filmi çıkmış. Türkiye'de Şirinler adı ile tanınan Smurf (schtrumpf) canlılarının daha önceki isimlerini hatırlayan var mı?

Şirinler’in filmi çıkmış. Türkiye'de Şirinler adı ile tanınan Smurf (schtrumpf) canlılarının daha önceki isimlerini hatırlayan var mı? Bir dönem mantar cüceleri, daha önce de tiroller adı altında, çizgi romanlarını farklı dergilerde okuduğumu hatırlıyorum. Sonradan, bu canlıların adı (bir tür komünal ya da kibbutzvari hayat yaşadıkları için de olabilir) ‘komünist’e çıktı. İşbölümünün yeteneklere ve yatkınlıklara göre, kaynak dağılımının ise ihtiyaçların karşılanması üzerinden eşit olduğu bir düzene ne isim taktığınız, nedense sistemin işleyip işlemediğinden daha önemli oluyor. Her neyse, özellikle ABD'de, smurf'ün ‘small men under red flag’in (kızıl bayrak altındaki küçük adamlar’ın) kısaltması gibi görülmesi bu imajın yayılmasını etkilemiş olabilir. Öyleler ya da böyleler, sonuçta bir holivud kahramanı olmuş vaziyetteler. Komik, sevimli ve yüzeysel filmin sonunda New York’taki Özgürlük Heykeli’nin ‘şirinleştirilmiş’inin köylerine dikildiğine bakıldığında, şirinler ile ezeli düşmanları Gargamel arasındaki görünür ve gülünçleştirilmiş düşmanlığı da bir yana koyarsak ve baştaki iddia doğru ise, herhalde artık ‘eski devrimci’ sayılabilirler. Bu laf da garip aslında, bayat devrimci ya da ezeli devrimci gibi türevleri olduğunu düşünün bir de…

Bayat deyince aklıma nedense yaptığım bazı yemekler geldi. Yemek tarifi vererek katkıda bulunduğum ‘Mutfakta Erkek Var’ (Deniz Alphan, 2011) adlı kitapta yemeğe (ya da genel olarak üretici süreçlere) bakış açımı da cümle aleme, biraz gereksiz bir ayrıntı düzeyinde de olsa, duyurmak istemiştim. Benim açımdan işin özü, artıkların ve kırıntıların da lezzetli olabileceğini söylemekti. Yemekler arasında statü farkı gözetmeksizin, dünden kaldı demeksizin, eskinin yenilenmesi ile de değil, ama kalmış yemeğin dönüşerek başka bir kimlikle ortaya çıkmasını bu söze bağlamıştım. ‘Söz Uçmuş Yazı Kalmış’ (2011) kitabımda aynı yöntemi yazılarıma uygulamış, dünden kalma imambayıldılı spagettiye benzettiğim bazı yazılardan oluşma bir kitap ortaya çıkarmıştım. Ama dünden kalma görünen yemeğe el sürmek ne kadar cazip olabilir ki?
Dünden kalma deyince, bir saat önce üretilmiş olana bile ‘bayat’ demek öğretilmiş genç kuşak için ‘yeni’ ya da ‘taze’nin sürekli yüceltilmesine ne yapacağız? Ayfonun dördüncüsünü aldığınızda, aslında ‘ayfon beş’in yolda olduğunu söyleyen arkadaşınız elinizdekini eskitiverdiğinde, siz de eskinin değersizliğine derinden inananlardansınız, çöker gidersiniz. Hemen şimdi, hiç beklemeden ve kendinizi pek de zora sokmadan sonuç elde etmeye adeta alıştırılmışsanız, ‘eski’, ölmüş demektir. Uzak durulması ve akla getirilmemesi gereken.

Elbette, ölüm fikrini aklından uzak tutamayıp, başka bir şey düşünmez hale gelip gündelik hayattan kopacak duruma düşmek istemeyiz. Bunu sağlayan beyin mekanizmamızla, ölüm ve benzeri birçok gerçeği kendi kafamıza göre eğip büker, işimize gelmeyen durumları (zihnimizi kurcalayarak rahatsız ettikleri için) ne kadar kanıt sunulursa sunulsun reddetmekte inat ederiz. İçimizi rahat ettirmek, gerçekten uzak durarak sağlanacaksa, bunu yapmak için gereken donanıma fazlasıyla sahibiz. Ancak günümüzde gencinden yaşlısına, tazesinden bayatına hepimizde ağır basan eğilim, ölüm düşüncesini ya da bazı huzursuz edici gerçekleri hayata devam edebilmek için aklımızdan atmamızı sağlayan bu yadsıma mekanizmasını aşırı kullanmak, her huzurumuzu kaçıran duruma bir açıklama bulmak… Her şeyin iyiye gittiğini düşünmezsek, öbür uçtan toptan bir karamsarlığın üstümüze çörekleneceğinden korkarız. O nedenle bize bir yerlerden umut verecek bir pencereyi kapatan birisine verdiğimiz tepkiyi bayat’a, eski’ye, süratli ve renkli olmayana, demodeye yöneltiriz. Bilimsel yöntem, bu iki ucun arasındaki noktayı, gerçek olasılığı hesaplamamıza fırsat verir. ‘Akla kara’ ya da ‘ya öyle ya böyle’ ikilemlerinin dışında düşünmek böylece mümkün olur.

Bilimsel yöntem deyince birçoğumuzun aklına gelen insani olana uzak soğuklukta bir yaklaşım; bunun nedenini ayrıca tartışırız, ama yöntemin özü, kanıtlarla desteklenene kadar hiçbir iddiayı kabul etmemektir. Bilimselliği soğuk bulsak da bizim yararımıza olduğuna inanırız. Ya da öyle olduğunu söyleriz. Amerikalıların topluma katkıda bulunduğuna en çok inandıkları sıralamasında, ordu ve öğretmenlerden sonra biliminsanları geliyor. Yine de, aynı Amerikalılar aktif pazarlaması yapılan bazı besin maddeleri ya da etkisiz ilaçlarla otizmin düzeleceğini iddia edenlere inanmakta da bir mesele görmüyor. Hele, “evet, biz de çok yararlandık” diyen bir tanık var ise, yüz binlerce kişinin deneyimine dayalı bilimsel bakış çöpe atılabiliyor.

Çünkü, bilim moral bozucu oluyor. Moral düzeltici, iç rahatlatıcı mekanizmalarımızın bir tür yatıştırıcı gibi olur olmaz kullanımı ile gerçekten kaçışımızı zora sokuyor. Gerçeği söyleyenden rahatsız olduğumuz ölçüde, gerçeğin bizim dilediğimiz gibi olduğu inancımıza sımsıkı sarılıyoruz. Gerçek biyolojik bir hastalık, sosyal bir tıkanıklık, psikolojik bir zayıf düşme, geçici bir zorluk hangi şekilde karşımıza çıktıysa, ‘öyle değilmiş’ gibi davranma becerimizi harekete geçiriyoruz. Varmış/yokmuş ya da öyleymiş/değilmiş gibi yapabilme evrim süreci içinde dil ve sosyalleşmenin gelişimini sağlayan en temel yetilerden birisiyken, o anki, bir anlık rahatlığı sağlayacak şekilde amaç dışı ve gereğinden kat kat fazla kullanımıyla, elimizde patlıyor.