Kuşkusuz söylenecek daha çok şey var ama sözün özüne gelirsek, emek için olduğu kadar sol için de, kitleleri kazanmayı amaçlayan ve farklı söylemler üzerine kurulu küresel bir mücadeleyi hayata geçirmek gibi geçmişe göre farklı bir yol izlenmesini gerektiren koşullar söz konusu

Dünya ahvali  ve solun arayışları

BirGün Pazar Eki gibi daha birçok yayında sol üzerine tartışmalar yapılmakta. Gerçi Türkiye’de bu tartışmaların ezelden beri sürdüğü, hiç bitmediği söylenebilir; çok zaman tartışmaların, koşullar uygunken neden istenilen semereyi alamamakla ilgili olduğuna da kuşku yok. Bugün de emeğiyle geçinenler açısından durumun hiç parlak olmadığı ortada; en temel değer ve kurumlar açısından ise tehlikelerin arttığı bir dönem söz konusu. Ne var ki, merkez solun bir türlü atılım yapamaması gibi, sosyalist sol da toplumla buluşmak açısından çok gerilerde kalmakta. Bu durumda, görüşleri sol çevrelerde paylaşılsın veya paylaşılmasın, solun geleceğini önemseyen herkesin tartışmalara katılmasında yarar var. Bu yazı, bu düşünceyle yazıldı.


Türkiye’de solun bir türlü toparlanamamasında, küresel gelişmelerin yanı sıra, bu ülkeye özgü toplumsal nitelik ve koşullar ile solun kendisine ait yetersizliklerden söz edildiğini biliyoruz. Aslında bu nedenlerin tüm dünyada geçerli hale geldiği söylenebilir. Örneğin ABD ve AB’de yaşanan son seçimler toplumsal tercihlerin soldan uzaklaşıp popülist ve sağcı partilere yöneldiğini göstermekte. Yani küreselleşmenin ve neo-liberal politikaların yarattığı hayal kırıklıkları, işsizliğin ve çalışma yaşamındaki güvensizliğin artışı, gelir dağılımında ortaya çıkan kutuplaşma bu ülkelerde de yaşandığı halde, artan korkular sola değil sağa yönelimi güçlendirmekte!

Aslında ne sağ ne de sol yaklaşımlar açısından ortaya çıkan güvensizlik ve korkulara karşı ikna edici yanıtlar, kalıcı çözümler bulmak kolay!... Her şeyden önce hemen her ülkede yaşanan güvensizlikleri azaltmak için küresel eşitsizlik ve adaletsizlikleri azaltmak gerektiğine kuşku yok; örneğin, her yıl artan ve yakınma konularının başında gelen dış göçü azaltmanın göç veren ülke ve bölgelerin iş bulunabilir, yaşanabilir olmasından geçeceği ortada. Dünya Bankası’nın gelir dağılımıyla ilgili uzmanlarından Milanovic’in dediği gibi, “ya yoksul ülkeler daha zengin olacaklar, ya da yoksul insanlar zengin ülkelere göç etmeye devam edecekler.”1

Oysa küresel, bölgesel ve ulusal düzeyde gelir ve servet dağılımı açısından kutuplaşmanın her geçen gün arttığı bir dünya söz konusu. Gelir ve servetin büyük çoğunluğu başta ABD olmak üzere Batı’da toplandığından küresel gelir adaletsizliğinin artması gibi, zengin ülkelerde bile gelir eşitsizliğinin her geçen gün büyüdüğü görülmektedir.

Küresel gelir eşitsizliği
Örneğin küresel düzeydeki gelir toplam 75,6 trilyon dolar (2017); bunun 48,4 trilyon doları yüksek gelir gurubundaki ülkelerde toplanırken, düşük gelirli ülkelerin toplam geliri 405 milyar doları biraz geçmekte; yani küresel gelirin % 63’ü yüksek gelirli ülkelerde üretilirken, % 0,3’ü de düşük gelirli ülkelere ait bulunmaktadır.2 Bir başka örnek: ABD dünyadaki toplam nüfusun yüzde 1’ini barındırmakta, buna karşın toplam servetin % 36’sına sahip olmaktadır; Afrika’da ise nüfusun % 12’si, servetinse % 1’i yer almakta. 3

Bu durumda küresel gelir dağılımındaki eşitsizlik Gini katsayısı ile 70’e çıkmakta; yani küresel eşitsizlik, Brezilya veya ABD gibi ülke içindeki gelir adaletsizliğinin büyük olduğu ülkelerin de ötesine geçmektedir.

Kişi bazında ele alındığında ise “tepedeki kuyruk “olarak adlandırılan dolar milyarderlerinin nüfusun % 0,7’sini oluşturduğu, buna karşın küresel servetin yarısına sahip oldukları görülüyor. Bir başka deyişle, en zengin yüzde 8 dünyadaki gelirin yarısını almakta, nüfusun yüzde 92’si de geriye kalan yarıyı paylaşmaktadır.

Son yıllarda gelirin ve servetin tepelerde daha yoğunlaşmasının bir sonucu da, yalnız küresel ölçekte değil, ulusal gelirin dağılımı açısından da adaletsizliğin büyümesi olmaktadır:4 Örneğin ABD’de en zengin % 10 servetin % 75’ine, en zengin % 25’lik gurup ise servetin % 90’ına sahip. Tepedeki % 1 ise, toplam servetin üçte birine sahip bulunmakta. En yoksul % 10’a düşen pay ise % 0,7. AB açısından biraz daha farklı sonuçlardan söz edilebilir; ancak bu ülkelerde de son yıllarda gelir dağılımı açısından olumsuz anlamda değişmeler olduğu bir gerçek.

İlgi çekici rakamlar çok; ancak nedenler de önemli... Buradan bakıldığında, son 25 yılda artan eşitsizliklerin ve kutuplaşmanın başlıca nedenin piyasaya bağlandığını, işgücü piyasasındaki kuralsızlığın emek ve sermaye arasındaki gelir bölüşümünü hepten bozduğuna işaret edildiğini görüyoruz. Küresel piyasanın gelişmiş ekonomilerde bile işsizlik, güvencesiz işler, düşük ücretler, bunlara bağlı olarak eşitsizlik ve adaletsizliğin artışı gibi sonuçları görülmeye başlayınca, serbest piyasa ve neo-liberal ekonomi yanlısı kuruluşların bu konulara ilgisinin arttığı da söylenebilir.
Buna karşın, gelen önerilenlerin, gelişmiş ülkeler açısından teknolojik üstünlüğün sürdürülmesi, eğitimin güçlendirilmesi, kamu hizmetlerinin biraz iyileştirilmesinden ötesine geçtiğini göremiyoruz. Büyümek, rekabet, yatırım, hepsi, sermayeye bağlı; öyleyse sermaye korunmalı!... Örneğin vergileri arttırmak ne demek, “ne yapalım da vergi almayalım” diye düşünülmekte! Uluslararası düzeyde ise yoksulluğun azaltılması, bunun için de fukara” BM’in kırık dökük yardımlarından ötesi yok!

Örneğin, eşitsizlik ve adaletsizlikleri azaltmak üzere küresel düzeyde sermaye hareketlerinden alınacak “küresel vergiye” geçilmesi, ya da ulusal düzeyde servet üzerinden alınacak vergilerle sosyal devletin güçlendirilmesinin adını anmaktan bile korkmaktalar! 5

Ne var ki, sermaye korunurken, alım gücü yetersizliği ile ortaya çıkan üretim fazlasının bir sorun olması önlememekte. Üretim fazlası arttıkça rekabet ticaretle de sınırlı kalmamakta, yeryüzü kaynaklarının paylaşımı çatışmalara neden olurken, savaşlara da davetiye çıkarılmaktadır! Dolayısıyla, Rusya’nın, Çin’in nüfuz alanı arttıkça bugün Ortadoğu’da yaşanan savaşlara yenilerinin eklenmesi, hatta Trump bazı malların ithalatına vergi uygulanmasına yönelik kararında ısrar ederse ABD ile AB arasındaki çıkar çatışmasının büyümesi de beklenebilir. Kısacası dünyadaki genel atmosfer, uyuşmazlıklar ve çatışmalar ile bunların beraberinde gelen gerginlik ve korkuların artması yönünde....

Sağın yolu belli, peki ya solunki?
Bu koşullarda sağın tuttuğu yol belli! Ne kapitalizme, ne neoliberal politikaları dokunamazlar! Onlar için “başka bir dünya hayaline” yer yoktur; çünkü, iktidarlarını dünyanın bu haliyle kurduklarını iyi bilirler. O nedenle, geçerli çözümleri olmasa bile, kurt dumanlı havayı sever misali bu koşulları fırsat bilip kullanmaya yönelmekteler. Bugünkü koşullar, milliyet, din, kültürel kimlik gibi duygulara hitap etmek ve ezelden beri siyasetçilere hizmet eden “ötekileri, düşmanları” yaratmak açısından biçilmiş kaftandırlar!... Tabii, toplumsal hassasiyetlerin popülist vaatlerle güçlendirilmesine de ihtiyaç vardır; bu konuda da iyidirler! Yılların deneyimi içinde, gerçek-dışı söylem ve politikalara dayanan popülizmi iyi öğrenmişlerdir! Büyüme, refah, iş, huzur, güven, istikrar, ne varsa, hepsi, Allah’ın izni, halkın desteği, onların gayretiyle gerçekleşecektir!... Gerçekleşmezse de, sorun yoktur; çünkü, bir yandan rant politikalarıyla bir süre yalancı baharlar yaşanması sağlanır; öte yandan günah keçisi olarak kullanacakları o veya bu dış güç, o veya bu muhalefeti bulmakta zorlanmazlar!

Sol yaklaşımlar açısından ise, bu koşulların ilkesel olarak solu güçlendirmesi beklense de, popülizme başvuramayacaklarından işleri zordur. Çünkü, bu kadar eşitsizlik, adaletsizlik, işsizlik, yoksulluk, güç ve çıkar savaşları söz konusuysa, çözümün bugünkü egemen sistemin kökten değişmesinde olduğunu biliyorlar. Sistemin değişmesi ise, hem küresel bir mücadele hem kitlelerin katılımını gerektirdiğinden, birçok handikabı bulunmaktadır.

Her şeyden önce küresel sorunlara küresel çözümler gerekirken, ülke içindeki sorunlar arttığından küresel çözümleri düşünmek zor! Kaldı ki, bugünkü koşullarda her ülkede ötekine karşı düşmanlık değilse de, kuşkuların arttığı görülürken küresel çözümlerden söz etmek daha da zor! Örneğin AB içinde bile, onca yıla ve gayrete karşın “Avrupalılık” gibi bir bağ ve dayanışmadan söz edilemez. Ayrıca siyaset ulusal düzeyde yapıldığından, küresel düzeydeki politika ve kuralları hayat geçirecek niyet gibi kuruluş da ortada yoktur! Bunun da ötesinde, millet, din, ortak çıkar gibi hassasiyetlerin yerine, küresel eşitsizlik ve adaletsizlik ya da “emek, sınıf” gibi ortak paydalardan güç devşirmek kolay değildir. Hatta, bu paydalar üzerine küresel dayanışma yaratmak bir yana, emeğin çok yönlü değişmiş olması, emek bilincinin zayıflaması, geleneksel anlamda sınıf bilincine daha yakın durması beklenen sanayi işçisi ve örgütlü emeğin bile emek dayanışmasından uzaklaşması nedeniyle ulusal düzeyde bile “emek-sınıf” temelli politikaları uygulamak giderek zorlaşmakta.

Örneğin, bugüne dek emek ve ücret dayanışması yönündeki politikalarıyla öne çıkan Avrupa’daki sendikaların artık kendi üyelerini korumaya yöneldikleri, bu nedenle işletmelerle dayanışmaya zorlandıklarını görüyoruz. Sendikalara ilişkin araştırmalarda dile getiren eleştiriler de bu değişime işaret etmekte. Sosyal demokrat partilerin ve sosyal devletin gerilemesinin tek nedeni bu olmasa da, önemli bir nedenin burada yattığı da biliniyor. Küresel piyasa ve dayattıkları karşısında ulusal politika ve ulusal koruma fazla işe yaramadığından emekçiler arasındaki dayanışma çatırdarken, sendikalar ve sol da gerilemektedir.

Dolayısıyla, bugün bunca kayba karşın genel olarak solun tıkanıklığının ana nedenini ulusal politikaların ve bu yoldaki mücadelenin işlevini yitirmesinde aramak yanlış olmaz. Bu durumda küresel çareler arama noktasına gelmek de kaçınılmaz görünmekte. Zor ve uzun vadeli olacağı açık; ancak küreselleşmeyi geri döndürmek mümkün olmadığı gibi, ne “başka bir dünya hayalinin”, ne de ulusal kurtuluşun küresel bir dayanışma olmadan gerçekleşeceğini düşünmek mümkün.

Bu uzun soluklu mücadelenin yollarını döşerken, sınıf değilse de, geniş anlamda emek kavramını esas almak yine önemli. Buna karşın, kapitalizmin ve devletin sönümlenmesiyle gerçekleşecek özel mülkiyetin ortadan kalkması gibi devrimci bir yaklaşım yerine, küresel kapitalizmin yol açtığı eşitsizlik ve adaletsizliklere savaş açmak, geniş bir cepheyi kazanmak ve bu geniş cepheye heyecan ve umut olacak öneriler getirmek açısından devrimci olmak daha anlamlı görünmekte. Önerilecek çok şey de var... Örneğin başta çalışma hakkı olmak üzere sosyo-ekonomik haklara hak ettikleri önemi vermek... Teknolojinin nimetlerinden yüksek karlarla işletmelerin yararlanması kadar, daha az çalışmayla emekçilerin de kazanmasını istemek... Güvencesiz işler, düşük ücretler, ücretliler arasında artan eşitsizlikleri konu ederken, asgari bir gelir güvencesine varmak... Bunların gerçekleşmesi için, küresel vergilerden ülke içinde sermaye değil emek yanlısı vergi reformuna gelmek...

Sözün özü…
Sosyal devleti ve sosyo-ekonomik hakları küçümseyen sol için bunlar pek anlamlı görünmeyebilir. Oysa, kitlelerin hem kazanılması hem güçlenmesi için bunlara ihtiyaç var. Bu nedenle, solun mülkiyetin ortadan kalkmasına dayalı radikalizminin eşitsizlik ve adaletsizlik üzerinde yükselecek küresel mücadele gibi bir radikalizme dönüşmesi gerektiğini düşünüyorum. Yine Milanovic’den alıntılayarak şunu söyleyebilirim: Gelir sınıflar arasındaki fark olarak alındığında, “sınıfsal” bir nitelik taşır. Endüstrileşmenin başlarında küresel eşitsizliğin üçte ikisi “sınıfsal” nitelik taşırken, 2000’lerdeki küresel eşitsizliğin üçte ikisi “yer”le ilgilidir. Kısacası bugün herkes için gelirin belirlenmesinde, -yaklaşık yüzde 50 oranında- doğduğu ülke/yer belirleyici konumda. Bunun adaletsiz bir dünya anlamına gelmesi gibi, mücadelenin nerede ve neye dayalı olarak yapılması gerektiğini gösterdiği de unutulamaz.

Kaldı ki, bugünkü koşullarda, ancak bu ve benzeri önerilerle kitlelerin ilgisini ve desteğini kazanmak mümkün görünüyor. Zor tabii; ancak sendikalar arasında ve orada-burada ortaya çıkan sosyal hareketlerle dayanışmayı büyüterek bunları hayat geçirmek mümkün. Ayrıca, bu yoldaki istemleri- niyetleri olmaması bir yana- hayata geçirme konusunda güçleri bunmayan ulusal hükümetlerle mücadele etmenin fazla bir getirisi olmayacağı düşünülürse, böylesi bir mücadele uzun vadeli olsa da daha anlamlı görünmekte.

Kuşkusuz söylenecek daha çok şey var ama sözün özüne gelirsek, emek için olduğu kadar sol için de, kitleleri kazanmayı amaçlayan ve farklı söylemler üzerine kurulu küresel bir mücadeleyi hayata geçirmek gibi geçmişe göre farklı bir yol izlenmesini gerektiren koşullar söz konusu. Bugün gerçekten bir devrime ihtiyaç var; ancak devrimin anlamı ve niteliği farklı olmak durumunda.

1 Branko Milanovic, 2013, “Global Income Inequality in Numbers; in History and Now”, Global Policy, Vol. 4 (2).
2 World Bank, 2017, “Gross Domestic Product 2016”, World Development Indicators, www.worldbank.org/
3 Credit Suisse, 2016, Global Wealth Databook, www. creditsuisse.com/
4 age.
5 Örneğin bu önerileri getiren Piketty’nin kitabı çok sattı ama önerilerini dikkate alan olmadı!
6 Milanovic, age.