Filmin başından itibaren özenle vurgulanan bir olgu var: Amerika kocaman bir ‘yeşil oda’ya dönüşüyor, biz de 2015 tarihli filmde Trump’ın başkanlığına doğru ilerleyen sürecin bir parçasına tanıklık ediyoruz

Geçen hafta John Wayne sergisini okuldan kaldırmaya çalışan Amerikalı öğrencilerle ilgili yazıyı yazdıktan sonra, Green Room/Dehşet Odası adlı filmi tekrar izledim. Küçük kasaba barlarındaki konserlere katılarak müzik yapmaya çalışan bir punk-rock grubunun neo-nazilerle dolu bir mekanda yaşadıkları korkunç geceyi anlatan filmin yapım yılı 2015’ti. -Türkiye’de Nisan 2017’de gösterime girdi. Filme adını veren ‘yeşil oda’ bu gençlerin faşist katillere karşı direndiği kulis odasını işaret ediyor. Öyküyü Nazilerin Stalingrad kuşatması ve Sovyet halkının zorlu direnişinin bir izdüşümü gibi okumayı da mümkün kılan unsurlar var ama filmin asıl derdi bugünün faşizmi ve ona karşı direnme yöntemleri.

Odanın duvarlarında konfederasyon bayrağı, Ku Klux Klan yazıları gibi Amerikan hayatının gündelik aksesuarlarına dönüşmüş faşizan semboller görüyoruz ama aslında filmin başından itibaren özenle vurgulanan bir olgu var: Amerika kocaman bir ‘yeşil oda’ya dönüşüyor, biz de 2015 tarihli filmde Trump’ın başkanlığına doğru ilerleyen sürecin bir parçasına tanıklık ediyoruz.

İki yıl aradan sonra filmi yeniden izlememin nedeni, kendilerini ‘Antifa’ olarak niteleyen Amerikalı gençlerin internet ortamındaki bazı tartışmalarıydı. ‘Antifa’ faşistlere karşı şiddetin her türünü meşru ve hatta gerekli gören bir oluşum. Faşistlere göre daha eğitimli ve bilgili oldukları kesin, ama hem henüz yeterli donanıma sahip olmadıklarından hem de içinde doğdukları ortamın çok yoğun ve hızlı olay akışından dolayı, olan biteni sağlıklı biçimde analiz edebilmeleri biraz zor görünüyor. ‘Şiddet şiddeti doğurur’ gibi çok basit diyalektik olguları tartışmamalarının bir nedeni de bu olsa gerek.

Antifa gibi oluşumların ortaya çıkışı ‘Alt-right’ın (alternatif-sağ) hızlı yükselişinin bir sonucu oldu. Bu alternatif-sağcılık denilen şey basitçe ‘faşist köklere dönüş’ çağrısı olarak adlandırılabilir. Alt-sağ’ın internette dolaşan tanımlarına bakılırsa “aşırı sağ ve beyaz ırk milliyetçiliği ile bağları gevşek” bir politik tepki grubu olduğu söyleniyor. Ama dışarıdan yapılan tanımları bırakıp kendi söylemlerine baktığınızda hem aşırı sağı hem de beyaz ırkçılığı bünyesinde barındıran bir yapıyla karşılaşıyorsunuz. Bu genç faşistler, uzun zamandır ABD’yi yönlendiren yeni-muhafazakarların (neo-con) kapitalist çıkarları her şeyin önüne koymasından -’paranın dini imanı yoktur’ politikalarından- memnun değiller; ABD kapitalizminin doğrudan beyazlık, Hıristiyanlık ve Amerikalılık gibi ‘yüce’ değerlere hizmet etmesi gerektiğini düşünüyorlar. Diğer dinlere, siyahlara hispanikler, ‘çekik gözlüler’e, komünistlere, demokratlara vd. karşılar. Yani bildiğiniz 1930’ların Nazi faşizmini diriltmeye çalışıyorlar. Aynı söylemi pervasızca paylaşan Trump’ı çok seviyorlar. Genç Alt-sağ liderlerinden Richard Spencer’ın Kasım 2016’da Trump’ın seçim zaferini kutlarken “Hail Trump!” diye selamladığı ve katılımcıların ayağa kalkıp Nazi selamı vererek bu selamı tekrarladığı toplantının ürkütücü video görüntülerini youtube’da bulabilirsiniz.

Sonuç olarak, Green Room/Dehşet Odası filminin analizi Antifa ve Alt-sağ gibi akımların bir analizini gerektiriyor. İki oluşum da yeni ama belli ki isimleri, tartışmaları ve çatışmaları haber bültenlerinde giderek daha sık duyulacak. Bu haberler birçok film senaryosunu besleyecek. O senaryoların toplumsal izdüşümlerini daha sağlıklı biçimde belirleyebilmek, dünyanın gerçekten yeşil bir odaya dönüşüp dönüşmediğini görebilmek için bu diyalektik analize daima ihtiyaç duyacağız.