“Merkez bankalarının bankası” diye bilinen Bank of International Settlements (BIS), kredi dağıtmaz; merkez bankalarına akıl verir; bankaların izlemesi gereken standartları oluşturur; parasal, finansal konularda araştırma yapar.

Bu bankanın “baş iktisatçısı” olan Claudio Borio, bir süreden beri, ABD ve Avrupa merkez bankalarının ölçüsüz parasal genişleme politikalarını eleştirmekteydi. 22 Eylül’de Londra’daki bir konuşmasında, bu eleştirileri, burjuva iktisadının bazı “dokunulmaz doğruları”na da taşıdı.

İlk eleştirisi, parasal doktrinin temel dayanağı olan Milton Friedman’ın, zaman ve mekândan bağımsız (“evrensel”) iddiasıdır: “Enflasyon daima ve her yerde parasal bir olgudur.” Borio, bu ifadeyi, 1975 sonrasına damgasını vuran ve aslında geçersiz olan bir “moda” olarak nitelendiriyor.

Niçin geçersiz? 2008 krizi sonrasında Batı ekonomilerinde deflasyon (fiyatlarda gerileme) yaygınlaştı. Düşen fiyatlarla üretimi sürdüren borçlu şirketler zorlanır. Eski krediler zor ödenir; yenilerinden kaçınılır; kriz ortamını aşmak güçleşir.

Bu nedenle Batı merkez bankaları, enflasyonla mücadelede uyguladıkları Friedman formülünü anti-deflasyonist doğrultuda işlettiler; en azından yüzde 2’lik bir enflasyon temposunu hedeflemeye başladılar. Politika faizlerini sıfıra, eksiye indirdiler; finansal piyasalara trilyonlarca likidite pompaladılar.

Sonuç, Friedman doktrininin geçersizliğini ortaya koydu. Merkez bankalarını pompaladığı likidite ve sıfır civarında faizli krediler, mal piyasalarına değil; borsalara, hisse senedi alımlarına gitti. Şirketlerin parasal varlıkları şişti.

New York borsasında, ortalama hisse senetlerine 2007’de yatırılan para, on yıl sonra ikiye katlandı (Financial Times, 9 Ekim). Aynı dönemde ABD milli geliri nominal olarak sadece yüzde 34 yükseldi. Abartılı şişen parasal servetlerle durgun gelir akımları arasındaki bağlantının bu derecede bozulması, (Borio’nun defalarca uyardığı gibi) ciddi finansal çalkantıların habercisidir. Bu olguyu göremeyen Friedman’ın gözlüklerini de atmak gerekiyor.

Kritik Olgu: Dünya Emek Havuzu

Borio, enflasyonun ön-göstergesi olarak ücret artışlarına odaklanan FED’in bu yaklaşımını da özel olarak eleştiriyor: Eskiden ücret artışlarından ürkerlerdi; şimdi teşvik ediyorlar; halbuki parasal genişleme ile ücretler arasındaki bağ sıfırdır. İşsizlik oranları düşerken ücretler yükselmemekte; düşük fiyatların gerisinde seyretmektedir.

Niçin böyle? Borio, yanıtı, politik iktisatta arıyor: “Ürün, sermaye ve emek piyasalarının küreselleşmesi rol oynadı. Sovyet bloku, Çin ve diğer yükselen piyasa ekonomileri, fiili dünya emek gücüne 1,6 milyar insan ekledi; 2015’te gelişmiş ülke emeğinin payı dramatik boyutlarda geriledi. Artık biliyoruz ki işçiler sadece kendi ülkelerindeki işçilerle değil, dış dünyadakilerle de rekabet etmektedir. Daha düşük maliyetli üreticiler ve daha ucuz emek küresel ekonomiye girdiği sürece ve maliyetler birbirine yaklaşıncaya kadar, gelişmiş ülkelerde enflasyon baskı altında kalacaktır.”

BIS’in baş iktisatçısı, böylece, enflasyon / deflasyon bilmecelerine yanıt ararken, parasalcı doktrinden arınıyor: Dünyanın tüm coğrafyalarındaki işçileri aynı kadere mahkum eden, bir dünya emek havuzu keşfediyor. Sadece ücret düzeylerini değil, fiyat hareketlerini de son tahlilde kontrol eden bir havuz…

Söyledikleri özgün değildir. Marksist politik iktisat yazını, benzer tespitleri önceden yapmıştı. Önemli olan, üst düzeyde bir uluslararası bankacının dahi, nesnel olgular karşısında parasalcı / neoliberal saplantılardan arınmak zorunda kalmasıdır. Aynı bankacının ücretlerin belirleyici rol oynadığı bir maliyet enflasyonu anlayışına yaklaşması ayrıca ilginçtir.

Borio, dünya emek havuzunun yarattığı sorunları ağırlaştıran teknolojik etkenlere de ayrıca dikkat çekiyor: “Emeğin pazarlık gücünü, küreselleşme gibi teknolojik ilerlemeler de tehdit edecektir. Yabancı [Çinli] işçilerin yerini robotların aldığını düşünün. İkisi de maliyetleri aşağı çekerek ürünleri ucuzlatır. Teknolojinin sonuçları incelenmemiştir; tehdidi küçümsenmiştir; gelecekte öne çıkacaktır ve küresel [emek havuzunun] etkileriyle iç içe girecektir.”

Claudio Borio, yanlış bir enflasyon kuramına saplanarak bir finansal kriz olasılığını besleyen Batı merkez bankacılarını uyarmaya çalışıyor. Bunu yaparken dünya çapında emek havuzu veya yedek emek ordusu olgularını keşfetmiş oluyor.

Bu olgular, bunları açıklayan kavramlar, hepimizi, Türkiye emekçilerini de yakından ilgilendiriyor. AKP iktidarının, sermaye örgütlerinin, IMF ve Dünya Bankası’nın yapısal reform söylemlerinde daima karşımıza çıkan, işgücü piyasaların esnekleştirilmesi önerisinin hikmet-i vücudu budur: Dünya emek havuzu ile bütünleşmemizi engelleyen her şey ortadan kaldırılmalı ki emek maliyetleri aşağılarda bir yerde eşitlenmeye yönelsin…

Robotlaşmanın Boyutları

Borio, dünya çapında emeğin pazarlık gücünü aşağıya çekecek olan robotlaşmayı ikinci ve ileriye dönük tehdit olarak değiniyor. Biraz bu olguya değinmek istiyorum. International Federation of Robotics’in 2016 tarihli Dünya Raporu’nda, UNCTAD’ın Gelişmekte Olan Ülkelerde Robotlaşma ve Sanayileşme (2016) başlıklı çalışmasında ve Batı basınında yer alan bilgileri aktaracağım. Bilgiler sanayide robotlaşmayla ilgilidir. Daha ayrıntılı değerlendirmeleri uzmanlardan bekleyeceğiz.

Robotlaşma oranı, imalat sanayiinde 10.000 (on bin) işçiye düşen robot sayısı olarak tanımlanıyor. Dünya ortalaması 70 civarındadır. Liste başında 530 ile Güney Kore yer alıyor. Japonya, Almanya ve ABD bu ülkeyi izliyor.

Batı ekonomilerinde son yıllarda emek veriminde durgunlaşma gözlenmektedir. ABD’de işsizlik oranı, bu nedenle tam çalışma eşiğinde seyretmektedir. Demek ki “robotlaşmadan kaynaklanan verim artışı ve işsizlik” henüz istatistiklere yansımamıştır. Bu nedenle, önümüzdeki yıllarda robotlaşma temposunun hızlanıp hızlanmayacağı önem taşıyor.

2015’te tüm dünyada 1,6 milyon sanayi robotu kullanılmaktaymış. Yıllık ortalama yüzde 16’lık bir artışla bu sayının 2019’da 2,6 milyona çıkacağı öngörülüyor.

Robotlar, yapay zekâ alanındaki gelişmelerle birleştiğinde giderek daha “akıllı” hale gelmekteymiş. On yıl içinde robot üretim maliyetinin yüzde 20 düşeceği; ortalama verimlerinin de hızlanarak artacağı; Japonya, G.Kore, Almanya, ABD ve Çin’de “daha akıllı” robot kullanım oranının yüzde 8’den 26’ya çıkacağı öngörülüyor.

Çin’in Öncü Rolü

Olası gelişmelerin ipuçları, Çin’de gözleniyor.

Çin, 2015’te “Made in China 2025” başlıklı bir sanayi stratejisi oluşturdu; “robot devrimi” bu stratejinin önde gelen bir öğesi olarak ilan edildi.

Bu “devrim”in ilk işaretleri daha önceden ortaya çıkmıştı: 2013’ten bu yana robot kullanımını en çok artıran ülke Çin’dir. Öngörülere göre, 2019’da dünya robot stokundaki artışın yüzde 40’ı bu ülkeden kaynaklanacaktır. Böylece sanayide robot / işçi oranları bakımından Çin, beş yıl içinde Batı ekonomilerine yaklaşmayı planlamaktadır.

Bu hedefler, sadece “robot kullanımı”nı değil, devletçe desteklenen “yerli robot üretimini” de kapsıyor. 2016-2020 arasında yıllık robot artışlarında yerli üretimin payı yükselecekmiş: %31 → %50…

Emek maliyetlerindeki tasarruf (düşme), robot yatırımını kaç yılda karşılar? Bu hesaptaki amortisman süresi, robotlaşmanın ortalama verim artışlarını ölçer. Bir örnek olarak Çin’de elektrik kaynağında robotlaşmanın amortisman süresi veriliyor. 2010, 2015 ve 2017 ortalamaları hızla düşmüştür: 5,3 yıl → 1,7→ 1,3 yıl… Bu tempoya yaklaşan verim artışlarının diğer üretim süreçlerine taşınması dramatik sonuçlar yaratacaktır.

Bu İşin Sonu Nereye Gider?

Bu yüzyılda “dünya emek havuzu”nun göbeğinde, düşük ücretleri ve bir milyar civarında bir faal nüfus ile “dünyanın fabrikası” haline gelen Çin yer aldı.

Altyapı ve ortalama eğitim düzeyleri açısından Üçüncü Dünya ortalamalarını aşan emek verimi ile ücret düzeyleri birlikte ele alındığında Çin, dünya ekonomisi için bir emek maliyeti tabanı oluşturmaktaydı. Marksist iktisadın işgücünün değeri standardı, dünya sistemi için Çin’de belirlenmekteydi. Borio’nun gözlediği Batı ücretlerini frenleyen küresel çekim gücü, Çin’den kaynaklanmaktaydı.

Çin, niçin bu konumu ile yetinmedi ve robotlaşmaya yöneldi? Başkan Şi’nin 2049 için öngördüğü “Çin rüyası”nın teknolojik hedefleri herhalde etkilemiştir. Ancak, bu dönüşümü zorlayan güncel etkenler de vardır.

Olumsuz bir demografik etken söz konusudur: Geçmiş dönemlerde uygulanan “aile başına bir çocuk” kuralı, Çin’in çalışma çağındaki nüfusunu aşağı çekmeye başlamıştır. 2030’a kadar 40 milyonluk bir daralma öngörüsü vardır.

Emek arzındaki daralma, tam çalışma ortamındaki kentsel nüfusla birleşince sonuç ücretlerin yukarı seyretmesidir. ILO’nun belirlemesine göre, 2006-2015 arasında Çin’de reel ücret hareketleri yüzde 10’a yaklaşan bir ortalamayla yükselmiş; G20 grubundaki her ülkeyi açık farkla aşmıştır (Küresel Ücret Raporu, 2016-2017, s.12).

Çin, böylece, dış ticarette Batı’ya ve olası Güney’li rakiplerine karşı ücretlerde kaybetmeye başladığı rekabet gücünü, robotlaşmaya dayalı bir emek verimi sıçramasıyla telafiye çalışmaktadır.

Ancak, Çin’de tarımdakilerle birlikte “yedek rezervleri” de içeren bir milyar insana yaklaşan bir “emek havuzu” söz konusudur. Bu “havuz”, Batı oranlarında bir robotlaşmaya yaklaştıkça, diğer coğrafyalara nasıl yansıyacaktır?

Endonezya, Vietnam gibi Çin’in olası rakipleri dahi robotlaşmaya başlamıştır. Almanya ve Japonya verim üstünlüklerini koruma çabasıyla sanayide; ABD ise niteliksiz ve (tıp, finans, hukuk gibi) nitelikli hizmet sektörlerinde robotları yaygınlaştırmaktadır.

Samir Amin 2003’te, Üçüncü Dünya tarımı ile Batı’nın kapitalist tarımı arasındaki çok büyük verim farklarına işaret ettikten sonra, “bugünün üç milyar köylüsünün pazara sunduğu gıda ürünlerinin otuz milyon modern çiftçi tarafından üretilmesi halinde bu milyarlarca insana ne olacak?” diye sormuştu. Bu milyarlarca köylünün bir bölümü, kara ve deniz engellerini aştıktan sonra ABD ve Avrupa topraklarına göçmenler olarak sızdı. Dünya emek havuzunun bir bölümünü doğrudan doğruya Batı’ya taşıdı; “beyaz” işçilerin ücretlerini frenledi.

Bununla yetinilmedi. Çin ve Üçüncü Dünya ülkelerinin ilaveten (dıştan) beslediği emek havuzu, ücretleri aşağıya çeken etkili bir ek baskı oluşturdu.

Düşük ücretlere rağmen yine de yetinilmiyor: Kapitalizm, robotlaşma yoluyla, daha da artan emek fazlaları yaratmaya çalışıyor. Kısa dönemde tek sonuç, hızla tırmanan işsizlik olacaktır.

Samir Amin’in sorusu bu koşullarda tüm dünya ekonomisi için gündeme geliyor: “Batı’da, Doğu’da ve Güney’de işgüçlerini satarak varlıklarını sürdüren yüzlerce milyon insana ne olacak?”

Uzun vadeli düşünelim: Gelişkin yapay zekâ yöntemleri sayesinde robotların da robot ürettiği bir dünyada, işsizler çalışan işçileri aşarsa; emeğin metalaşması imkânsız olur. Metalaşan emeğin yok olması işçi sınıfının, dolayısıyla kapitalistlerin de yok olmasıdır.

O zaman kapitalizm hangi akla uymaktadır? Bence, bu sistem, doğası gereği, akrep gibidir: Kendisini yaşatan işçi sınıfını yok ederek intihar etmekte; kendi sonunu da getirmektedir.

Bu “cenaze”, “kendiliğinden” mi, Enternasyonal’deki sözlerle “en sonuncu kavga” ile mi kaldırılacak? Bugünün gençleri belki görür.