Memleket hali, dünya halini, hayrettir, biraz unutturuyor. Yani aslında dünyaya değil de bir memlekete gelmişiz ve dünya da memleket denen halden ibaretmiş gibi

Dünya hali

Olağan hallerden en olağanı dünya hali belki de. Geçmek için, bağışlamak, anlamak, susmak, uzatmamak, kapatmak, mevzuyu değiştirmek ve bunun gibi pek çok, hemen hepsi de birbirinin yerine geçebilen eylemlerle geçilen bir hal. Gerçi “dünyanın binbir türlü hali de var”, o nedenle dünya hali deyip geçmemek gerekiyor.

Bir de memleket hali var, paylaşamadığımız memleket: “Bu memleket bizim.” Aşırı vurgu, duygunun koyu yazılması, olağan bir cümlenin, o ya da bu, ağızdan marş olarak kaçması…İnsan bir süre sonra kendini bir nakarat içinde buluverir, ne olacak işte hepimiz insan değil miyiz, nakarattan ibaretiz.

Bu arada, son zamanlarda, burada ya da başka bir yerde, adında dünya geçen bir yazı yazmış olabilirim, hatta bu yazdıklarıma benzer şeyler de söylemiş olabilirim. Yoo, yazdan değil, orta yazı geçtik, biraz ondan olabilir. Ortanın solundaki değil, ortanın sonundaki yazlar diyelim buna.

Şikâyet yazısı yazmak istemiyorum, bir, sevmem, iki, öyle yazıları okumaktan ve laf aramızda öyle insanları dinlemekten de pek hoşlanmam. Hemen oradan “huu beyim Türkiye’de yaşıyorsun ve dahi yazıyorsun, unutma!” diyen bir ses yok da, varmış gibi yapalım, yıllanmış yazar numarası ya da fiyakalı köşayazarı klişesi. Şikâyet hak. Tabii edilecek de, ortalık şikâyetten geçilmeyince o da biraz tavsıyor ve “ondan şikayet bundan şikayet” şarkısındaki gibi, pek kulak asan, aldıran da olmuyor.

Hadi biraz kendimden söz edeyim: “Efendim ben yapı olarak şikâyeti sevmeyen bir adamım. Hiç unutmam bir keresinde…” diye başlayan ne tatlı şikâyet öyküleri de vardır, olsa da dinlesek, ama galiba şikâyet mevzusunu da burada kessek değil mi, zira bu yazının ne konusu ne de komşusu.

Memleket hali, dünya halini, hayrettir, biraz unutturuyor. Yani aslında dünyaya değil de bir memlekete gelmişiz ve dünya da memleket denen halden ibaretmiş gibi. Şimdi meclislerde anlatılır da yarı şaka yarı şaşkınlık kabilinden, yazıya geçince diplomatik kriz yaratabilecek anlatılar vardır. Bende bile var. Bir Balkan ülkesi, halkı için de Türkçede inatla özdeşleştirilecek bir deyim var, 10 yıl kadar oluyor, bir şiir festivaline gitmiştim o ülkeye. Şairleriyle hem içiyor hem konuşuyoruz. Meyve rakıları, incir, erik, güzel konyakları var. Şairleri biraz kafayı bulunca mübalağa sanatında diyelim biraz ileri gitmeye başladılar. Türkçe bilenler de vardı aralarında. “Burası, yani bu bizim memleket dünyanın merkezi” diyordu birisi sözgelimi, diğerleri de hurraa “buna içelim” deyip kadehleri tokuşturuyordu. Tabii ben de onlara bu merkez konusunda katılmasam da, konuk olarak kadehimi tokuşturuyordum. Hem bana neydi, belki de öyleydi, dünyanın merkeziydi, belki de değildi, çok mu önemliydi?

Sonra bir başkası alıyordu sözü, nasılsa bulmuşlardı beni, az kaldı garibanı diyecektim, kendimi garip hissedecek kadar uzak bir yer değildi neyse ki, “Biz olmasak sizin memleket olmazdı!” deyip, sözü ülkemizin ulusal lideri ve cumhuriyetimizn kurucusuna getiriyorlar ve oralı olduğunu, orada yetiştiğini söylüyorlar, ve bununla da doğal olarak övünüyorlardı.

Sandım ki bunlar memleketlerinde böyleler, başka yerde bunları söyleyemezler! Gel zaman git zaman, başka ülkelerde başka şiir etkinlikleri ve festivallerinde o memleketin şairleriyle karşılaştım, onlar da aynı şeyleri söylüyorlardı, üstelik bana değil yalnızca, Asya’dan, Afrika’dan, Latin Amerika’dan, Avrupa’dan gelmiş başka şairlere de. O zaman hak verdim onlara, “evet hak’katen ülkeniz dünyanın merkezi!” diye düşündüm. Bu kadar çok inandıklarına ve bunu adeta yeni bir şiir manifestosu gibi şiirin okunduğu ve konuşulduğu pek çok yere taşıdıklarına göre, ülkeleri de dünyanın merkezi olsun, ne çıkardı ki hem bundan?

Kime zararı var, bence kimseye yok.

Birbirlerine “öteye git, beriye git, ağzını topla, ayağını topla, dilini topla!” filan demediklerine, “hadi ordan burası benim memleketim, sen git!” diye itelemeden, “dağdan gelen bağdakini…” filan diye küçümsemeden, “ya sev ya terket” romantizmiyle duygusallaşıp ötekini yemeden, fazla da derinlere dalıp gerilere gitmeden, yaşayıp gittiklerine göre, bunu şairlerin bir türlü büyüyemesine ve hemen hepsinin de bunu güzellemesine bağlamak sanırım yerinde olur. Hem böylesi benim uzlaşmacı tabiatıma da pek uygundur.

…Buraya kadar idare ettik de, bundan sonrasını bilemiyorum. Neyse galiba şu: O şairler memleketlerinin dünyanın merkezi olduğuna inanmışlar, iman etmişler, bunu da gelene geçene, gittikleri yerlere anlatıyorlar. Dalga geçen vardır, ciddiye alan vardır, hoş bir sohbet olarak dinleyen vardır. Ama bu şairlerin memlekete ve birbirlerine zararları yoktur.

Bizde diye başlayayım fikir sahibi olduğumu göstermeye. Bizde şair, edebiyatçı; gazete yazarı, tv programcısı, haftalık dergi yazarı olmaya görsün, kendini “dünyanın merkezi” olarak görmeye başlar. Allah muhafaza! İlk gün kendini takdim eder, ikinci gün çevreye bakar, üçüncü gün “Ya Allah” deyip kalemi çeker, saldırıya başlar! Orhan Veli’nin “Pireli Şiir”indeki gibi, Timur Selçuk da ne iştahlı söyler, “yazdığı da ne bir sürü/ipe sapa gelmez kelam”dır ama, bir daha da dönüşü yoktur, farklı inançlardan, dünya görüşlerinden de olsanız, şiirini, yazısını, kendisini sevdiğiniz o insan gitmiş, yerine bir ‘atlı süvari’ gelmiştir!
Vallahi malum, pek olağan olmayan bir hal içindeyiz. Yeni kültür ve turizm bakanının da bu mevkilere gelmeden evvel kurduğu partide pek çok değerli şair ve yazar da kurucu olarak yer almıştı. Tanırım, yazdıklarını da, kendilerini de severim. Bakan da seviyordur sanırım. E şimdi hep beraber başka bir parti için çalışıyorlar, kimi hükümette kimi gazetelerde, tv’lerde. Demem o ki, madem habire yayımlanan kararnamelerle millet üniversiteden, memuriyetten, şurdan burdan atılıyor, açığa alınıyor, bakan bey de bir Şair Hükmünde Kararname yayımlasa da, şair ve edebiyatçıların gazetelerde köşe yazması, televizyonlarda köşe kapması filan da yasaklansa! Onlara ‘yandaş’, bana da olsa olsa ‘candaş’ denileceğinden yola çıkarak sakın bu önerimde kötü niyet filan aranmaya! Sahiden sevdiğimden söylüyorum. Bunları söyleyeceğim de hayatta aklıma gelmezdi, hani şairlere, edebiyatçılara günlük gazetelerde siyaset, memleket yazıları yazdırmayın, bambaşka biri oluyorlar, yazık sonra da kendilerini tanıyamıyorlar filan demek nereden aklıma gelecekti ki hem? Ama işte yeni dönem, yeni memleket, medar-ı maişet, ekmek filan derken kendini günlük siyasete aşırı kaptırmak şairi, yazarı da bozacakmış meğer!

Ezcümle, bu yazı her telden çalıyor. Başlık başka bir şey, yazının ortaları bambaşka bir şey ve son dönemece girildiğinde ben de yazımı tanıyamadım, bilmediğim bir his bana bunları yazdırdı. Aman Tanrım! Diyeceğim, Gazi’nin, “Ben sporcunun zeki, çevik ve ahlaklısını severim” sözünü, yandaş mandaş, zaten olmayan mı kaldı, hem de geriye kaç gazete, kaç yazar kaldı, “Ben köşeyazarının merhametli, ahlaklı ve adaletli olanını severim” biçiminde söylemememiz için sanırım hiçbir şeyimiz eksik değil! Ayrıca artık zeki ve çevik olmak da şart değil!