Denizin kenarında ıssız bir koy keşfediyoruz. Koyun biraz yukarısındaki koca bir incir ağacının dallarına tüneyip, dalgaların sesini dinleyerek Ay’ı izliyoruz. Kışa yaklaşıyor olsak da hava hâlâ sonbahar tadında. Çantadan şarap çıkaracağını sanıyorum önce, sıcak çayla dolu bir termos çıkarıyor. “Şarap olaydı, iyiydi” diyorum. “Biz de şarap gibi içeriz çayı” diyor gülerek. Bazı insanların sürekli gülmesi lazım, onlar gülmeyince dünya kararıyor.

Ay’a ve denize bakıp çayımı yudumlarken, nedense aklıma Truman Capote’nin “Çimen Türküsü” kitabı geliyor. Bilmem, o kitabı okuyup ağlayan olmuş mudur? Öyle acıklı bir kitap da değildir üstelik, güldüren sahneleri çok olsa da, kitabı bitirdiğim gece, balıkçılar kahvesinden çıkıp eve gelene kadar usul usul ağlamıştım. Ağladığım şey, masumiyetti, saflıktı, dayanışmaydı, aşktı, dostluktu, çocukluktu, doğaydı… Bütün bunlar, birbirleriyle iç içeydi.

Bunu ona söylüyorum, ağlama kısmını atlayarak ve kitapta Dolly’nin kendi kendine sorduğu soruyu tekrarlıyorum, “Dünya kötü bir yer mi?” Seyrettiğimiz manzaranın güzelliği karşısında benim böyle bir şey sormama şaşırıyor önce. Çayından bir yudum alıp denize doğru bakarken, sanki söylenmemesi gereken bir şeyi itiraf ediyormuş gibi, “Dünya kötü bir yer” diyor, “Baksana, gazeteler çocuklarını öldürenlerin haberleriyle dolu. Biri üç yaşında, biri beş yaşında iki çocuğunu öldürüp intihar etmiş…
İnsanların hayatlarıyla oynanan iktidar ve güç oyunları ve buna seyirci kalan, hatta alkışlayan milyonlarca insan…”

Söylediklerini üzerinden silkeler gibi yerinde kıpırdanıp “Ama buradayız ve dünya güzel. Birdenbire farkına varılan ve sonra hemen unutulan, hatırlatılmasına ihtiyaç duyduğumuz bir güzellik…” Şiirle karşılık veriyorum sözlerine Turgut Uyar’dan alıntılayarak: “Karanlıkta dünyayı bir bir hatırlamak / Ben yeter dedikçe şehirlerin güzelleşmesi /Bir anda kendi kendime bulduğum mutlu gerçek / Bir kadın var beni onun iki eli iki gözü kurtarır yaşamamaktan…” O da şiirle devam ediyor: “Aldatıldığımız önemli değildi yoksa / Herkesin unuttuğunu biz hatırlamasak…”

Capote’nin kitabında Collin şöyle diyordu, dünyanın kötülüğüne şaşıran Dolly için: “Hangi düşünce ve duygulardan kurulmuş olursa olsun, insanın kendi dünyası her zaman güzeldir, kaba, çirkin olamaz. Dolly, kendi dünyası içinde, incelmiş, uygarlaşmıştı, bu dünyasının içinde ben ve Catherine vardık, birlikte paylaşıyorduk bu dünyayı, işte bu yüzden de çevresinde dönüp dolaşan kötülüklere aklı ermiyordu. Hayır Dolly dünya kötü bir yer değil.”

Elinde tuttuğu çay bardağını kadeh gibi kaldırıp “Capote ve dünyanın güzelliğine!” diye bağırıyor. Sonra sessizleşiyor bir süre, “Sanırım, gazetede okuduğumuz kötü haberler karşısında yaşadığımız çaresizlik ve çöküntünün nedeni bu, kendi dünyamızı dünyanın kendisi sanıyoruz. Bu yüzden aklımız ermiyor bazen olup bitene.”

Peki ama başka türlü nasıl olabilir ki, diye düşünüyorum. Öğrenirken dünyayı, kötülükleri de öğrenip alışmıyor muyuz? Otobüste ayakta gitmemek için diğerleri gibi itip kakmaya başlamıyor muyuz? Diyorum ki, “Kötü şeylere aklımızın ermemesi iyi bir şey bence. Dünyayı kötü bir yer diye bellersek, tuzağa düşeriz. Kendi kötü davranışlarını haklı göstermek için, başkalarındaki kötülük ve olumsuzluklara dikkat kesilenler gibi oluruz.”

Konuşurken yağmur başlıyor usulca. Denizden esen rüzgâr, üzerimizdeki kurumuş yaprakları savuruyor. Romanda Dolly’ye âşık olan Yargıç’ın ezberlediğim sözlerini tekrarlıyorum: “Sevmekten söz ediyoruz. Bir yaprak, bir avuç tohum... İlk önce bunlarla başlayın. Sevmek nedir biraz öğrenin. Önce bir yaprağı, yağmurun yağışını, sonra o bir tek yaprağın size neler öğrettiğini, yağmurun içinizde neler yarattığını duyup anlayabilecek bir insan sevin. Kolay iş değil, biliyorum. Belki bir ömür boyu sürer. Bana da öyle oldu ya zaten, ama gene de istediğime erişemedim, sadece istediğimin ne kadar gerçek olduğunu biliyorum: Doğanın bir yaşam dizisi olduğu gibi, sevmenin de bir sevgi dizisi olduğunu anladım.”