Ülkemizde şiddet tekelini sorgulayanların önüne yeni engeller çıkartılırken, dünya sinemasında toplumsal-siyasal temalara eğilen belgeseller büyük ilgi görüyor.

Dünya sineması gerçeğin peşinde

Sinema sanatında kurmaca ile belgesel arasındaki sınırların giderek ortadan kalktığı günleri yaşıyoruz. Uzun yıllar dünya festivallerinde ana yarışmaya kabul edilmiyor, ancak kendi aralarında yarışıyordu belgeseller. 1956’da Cannes’da Altın Palmiye’yi kazanan Jacques-Yves Cousteau’nun “Sessiz Dünya”sı, Michael Moore’un 2004’te Altın Palmiye’yi kazanan “Fahrenheit 9/11”i bu genellemenin dışında kalan yapımlardı. Artık pek çok festivalin ana yarışma kategorisine seçilebiliyor belgeseller. Ülkemizdeki festivallerin pek çoğu da bu çizgiyi benimsiyor.

Gerek “Sessiz Dünya”, gerekse “Fahrenheit 9/11” Oscar kazanmıştı, ama En İyi Belgesel Oscar’ını. Bu yıl En İyi Belgesel Film dalında kısa listeye girmeyi başaran bir film, aynı zamanda En İyi Uluslararası Film dalında da Oscar adayları arasında gösterilmişti. Romen yönetmen Alexander Nanau’nun “Colectiv” adlı filmi, iki dalda da ödülü başkalarına kaptırdı, ama Avrupa Film Akademisi’nin En İyi Avrupa Belgeseli ödülünü kazandı.

Romanya’da politikacılarla, patronların bulaştığı bir sağlık yolsuzluğunun izini süren araştırmacı-gazetecilerin öyküsünü anlatan film, medya özgürlüğüne vurgu yapan içeriği ile baskıcı yönetimler altında yaşayan bireyler için ufuk açıcı. 2015’te Bükreş’te Colectiv adlı gece kulübünde çıkan bir yangın sonucu 27 genç hayatını kaybeder, 180’i yaralanır. Bu olayın ardından, hastanelerdeki sağlıksız ortamın yol açtığı sağlık krizini kamuoyu ile paylaşan gazeteciler, siyaset-mafya ilişkisini gözler önüne serer. Filmden bir alıntıyla selamlayalım Romen yönetmeni: “Basın siyasi otoriteye boyun eğdiğinde, otoriteler halk üzerindeki baskılarını artırır. Dünyanın dört bir yanında bu böyle”.

dunya-sinemasi-gercegin-pesinde-873855-1.
Colectiv


UYUŞTURUCU, SİYASET VE ÇÜRÜME

Gerçeği sorgulayan bir başka belgesel de, bu yıl En İyi Belgesel dalında aday gösterilen, Stanley Nelson’un yönettiği “Crack” adlı Amerikan yapımı. Reagan yönetimindeki 80‘li yıllar Amerikası’nda uyuşturucuya karşı verilen savaşın (anti drug campain) arka planında, beyaz siyasetin siyahları kontrol altında tutmak, gerektiğinde hapse tıkmak için uyuşturucuyu bir araç olarak kullanmasını anlatırken, polis şiddeti, rüşvet ve yolsuzluk, siyah camia üzerinde kurulan baskı, Nikaragua’ya gönderilen ‘kontra’ların finansmanında kullanılan uyuşturucu parası gibi temalara değiniyor. Tıpkı ‘Colectiv’ gibi bu da yalnızca içeriği açısından değil, sağlam senaryosu, güçlü sinematografisiyle öne çıkıyor. Siyahi yönetmen Nelson’un bu etkileyici filmi, ‘Oscar’lar Çok Beyaz’ kampanyasının sonuç verdiğini gösteren örneklerden biri ve tıpkı “Blues’un Anası Ma’Rainey” gibi adaylığı bileğinin hakkıyla kazanan filmler arasında.
Amerikan gerçeğine bakan bir diğer film, ”Giving Voice” (Ses Vermek), Pulitzer ödüllü siyahi oyun yazarı Angust Wilson’un (“Ma’Rainey”in, “Çitler”in yazarı) Afro-Amerikalıların maruz kaldıkları güçlükleri konu alan oyunları üstüne bir monolog yarışması çerçevesinde, farklı kentlerdeki seçmelere katılan oyuncuları izliyoruz film boyunca. Amerika’nın sıradan insanlarının yaşam öykülerini kaleme alan 20. yüzyılın her on yılı için bir oyun kaleme alan Wilson’un bakış açısından bir ülke panoraması.

CEZAEVİNDEN HUZUREVİNE

Bu yılın Belgesel Oscarı’na aday gösterilen 5 yapım arasında gerçek bir yaşam öyküsünden kaynaklanan bir film daha vardı. Afro-Amerikalıların yaşamına odaklanan Garrett Bradley’in “Zaman” (Time) adlı belgeseli. Silahlı bir banka soygununa karıştığı için 60 yıl hapis cezası alan kocasının serbest kalması için mücadele veren bir siyah kadının öyküsü. Adalet mekanizmasının çarklarının herkes için aynı dönmediğini gösteren etkileyici bir film “Zaman”, ama bir yandan da ‘Amerikan Rüyası’nın gerçek olabileceğini söylemekten geri durmuyor. “İnat edersen, çabalarsan, yapamayacağın bir şey yok” diyor.

Bu yılın İstanbul Film Festivali seçkisi içinde izlediğimiz Maite Alberdi’nin “Köstebek Ajan”ı (The Mole Agent) Belgesel Film kategorilerinde kısa listeye girmeyi başaran filmler arasındaydı. Şili’nin Oscar aday adayı olan film, bir dedektif bürosunun gazete ilanı ile başlıyor. 80 yaşlarındaki adaylardan biri seçilir; görevi huzurevinde yaşlılara iyi davranılıp, davranılmadığını saptamaktır. Ajanlık görevini ciddiyetle yaparken, tanık olduğu insanlık dramlarına kayıtsız kalamayan bu yaşlı adamın bakış açısından ‘aile’ ve ‘yalnızlık’ temalarını işlerken, izleyiciyi gülümsetmekten geri durmayan ‘humanist’ bir yapım.

dunya-sinemasi-gercegin-pesinde-873856-1.
Köstebek Ajan

Toplumsal yaşamın önemli temalarından birini, engellilerin sorunlarına “Crip Camp” adlı Netflix yapımını izleyemedim, ne yazık ki. Ama, diğer Netflix belgeseli, James Reed ve Pippa Ehrlich tarafından yönetilen “Ahtapot Öğretmenim”i (My Octopus Teacher) büyük bir keyifle izledim. Yıllarını bir ahtapotu izlemeye, onunla dostluk kurmaya adayan bir su altı belgeselcisine saygı duymamak elde değil. Doğal çevremiz gibi önemli bir toplumsal soruna parmak basan, hayvanlara farklı bir gözle bakmamızı sağlayan ve klasik belgesel çizgisini izleyen bu yapımın Oscar kazanması sürpriz olmadı. Siyah Amerikalıların sorunlarına eğilen filmler arasında oyların dağılması, hemen herkesin sempatisine mazhar olan bu filmin aradan çıkmasına neden olmuş olabilir.

BİREY, TOPLUM VE ŞİDDET TEKELİ

İKSV seçkisinin en iyileri belgesellerdi desem abartmış olmam herhalde. Alexandre O. Philippe’inyönettiği “William Friedkin ile ‘Şeytan’ üstüne” (Leap of Faith: W. Friedkin on ‘The Exorcist’) içgüdülerine güvenen bir yönetmenin dünyasını, tutkularını yansıtmakta çok başarılıydı. Aynı seçki içinde izlediğim, Dragos Turea’nın yönettiği Moldova - Romanya ortak yapımı “Sovyet Bahçesi” Soğuk Savaş’ın ilk yıllarında bilimde öncü olmayı hedefleyen Sovyetler Birliği’nin Moldova topraklarında gerçekleştirdiği, gama ışınları ile tarımda verimi artırmayı hedefleyen bir deneyin acı sonuçlarını mercek altına alan, ibret verici bir belgesel.

Toplum düzeni adına bireysel yaşamların feda edilmesine tanıklık eden bir başka belgesel de, David Dufresne imzasını taşıyan, “Şiddet Tekeli” Fransa’da Sarı Yeleklilerin isyanını, iki tarafın (bir yanda işçiler ve gençler, öte yanda devlet görevlileri ve devlet aklıyla fikir beyan eden entelektüeller) görüşlerine yer vererek devletin elindeki ‘şiddet tekeli’ni sorgulatan, belgesel sinemanın gücünü gösteren dürüst bir çalışma… Evet, “Buradayız, kayıttayız” ve yalnız değiliz.