Sinema, televizyon, sosyal medya gibi kitle iletişim araçlarının, toplum bilincini ve birey psikolojisini etkilemekteki gücünü biliyoruz. Doğrudan ya da dolaylı biçimde bilinçaltımızı etkileyen bu araçlar, genç kuşakların yetişmesinde örgün eğitimden ve yazılı basından çok daha etkili. Öyle ise, bu aracı kullananların tercihlerinde son derece dikkatli, duyarlı ve bilinçli olmaları gerekiyor.

Sinemanın diğer iletişim ortamlarından farklı bir özelliği var: Bir sanat dalı olması... Hem de, diğer sanatlardan yararlanabilen bir sanat. Bu güçlü aracı, bir silah gibi kullanmak da mümkün, bir eğlence ortamı olarak da… Silah gibi kullanmanın da farklı biçimleri var. Nazi sinemasının ve Islamcı filmlerin, propaganda işlevinin ötesine geçemediğini saptamak zor değil.

Amerikan sinema endüstrisinin -yaygın tanımıyla Hollywood yapımlarının- ise, genel hatları ile dolaylı bir propagandayı hedeflediklerini ve çok daha etkili olduklarını görüyoruz. Kapitalist sistem, özgür bir olasılıklar dünyası olarak resmedilir bu ürünlerde. Anti-komünizm, milliyetçilik ve savaş kışkırtıcılığı birçok filmin gizli ajandasıdır. Bu savların, dolaylı biçimde, psikolojik motiflerle süslenerek, dramatik yapıya yedirilmesine dikkat edilir. Bilim kurgu filmlerinin önemli bir bölümü, mevcut düzeni eleştirirken, yeni bir gelecek tasavvuru ile sistemin kendini onarma gücü olduğunu muştular.

Gizli ajandası olmayan tür (genre) filmleri arasında, psikolojik dramlar, polisiyeler, komediler, müzikaller, edebiyat uyarlamaları yer alır… Elbette, her filmin ‘politik’ olduğu genellemesi ana hatları ile doğrudur. Izleyiciyi, bir hayal dünyasına sürükleyerek, gerçeklerden koparmaları bu söylemin başlıca dayanağıdır. Ama, bu tehlikeyi ustaca savuşturan, insana yaşama sevinci veren, dünyaya farklı bir gözle bakabilme yeteneği kazandıran bir dolu yapıt vardır sinema tarihinde. Onları karalamaya razı gelmez gönlüm.

Geride bıraktığımız günlerde, İstanbul Uluslararası Film Festivali’nin dijital ortamda sunduğu filmler, bilinçli ve sorumlu bir sinema anlayışının örnekleriydi. Önceki hafta sözünü ettiğim yapımlar arasında, göçmen sorununa odaklanan (Berlin Alexanderplatz), Sovyet işgali altındaki Macaristan’da kilisenin otoriteye boyun eğmesini ve öğrencilerin direnişini yansıtan (Hizmetkârlar), Sudan’da törelerden kaynaklanan dogmatizmi eleştiren (20 Yaşında Öleceksin), bir kadın gazetecinin Moğolistan’da yaşadığı ‘şaman’lık deneyimini bir ses teknisyeninin kimliğinde yansıtan (Daha Büyük Bir Dünya) filmler vardı.

Yeni izlediklerimiz arasında da, gerçek öykülerden kaynaklanan filmler ağırlıktaydı. Avusturyalı yönetmen Andreas Horvath’ın 1920’ler Amerika’sında yürüyerek kıtayı bir baştan ötekine kat eden Doğu Avrupalı bir genç kadının öyküsünü anlatan “Lillian”ı, 1949’dan günümüze bir Çin köyündeki değişime tanıklık eden Jia Zhank-ke’nin “Deniz Mavileşene Dek” belgeseli, ailesinden dört kuşak kadının öyküsünü anlatan Janna Ji Wonders’in “Walchensee Forever”adlı belgeseli, Israil ordusunun Lübnan’ı işgalini ilkokul çocuklarının gözünden anlatan Walid Mouannes’in “1982”si ve sorunlu bir çocuğun aile ortamında ve okulda yaşadıklarına tanıklık eden Sebastian Lifshitz belgeseli “Küçük Kız” festivalin en etkileyici yapıtları arasındaydı. Kapağı Almanya’ya atmayı başaran yoksul bir gencin öyküsünü anlatan Ilker Çatak’ın yönettiği Alman yapımı “Söz Senettir”, yolsuzluk suçlamasıyla karşılaşan bir kadın avukatın kanser olan annesi ile ilişkisine odaklanan Kolombiyalı Franco Loli’nin “Davacı”, kansere yakalanan bir oyuncunun kardeşiyle ve yönetmeniyle ilişkilerini konu alırken, tiyatro sanatına okkalı bir selam gönderen Stephanie Chuat – Veronique Reymond’un “Kız Kardeşim” ve Jack London’un roman kahramanını Amerika’dan alıp Napoli’ye getiren Pietro Marcello’nun “Martin Eden” uyarlaması, hepsi de gerçekçi yaklaşıma sahip filmler… Bizim sinemamız ne anlatıyor? Onu da haftaya konuşuruz…