Merdan Yanardağ 'İçtihad Kapısı' adlı yeni kitabıyla, yeni bir ortaçağ yaşayan Batı’ya karşılık, İslam dünyasının neden ve sürekli hep ortaçağda kaldığının şifrelerini çözmeye çalışıyor.

Dünyada ‘yeni ortaçağ’ ve İslam’ın bitmeyen ortaçağı

Ertürk AKŞUN

Bugün hızla çoğalan enformasyon ve veri yığınları karşısında teoriler hiç olmadığı kadar gerekli. O yüzden bugün sizlere önemli bir konuyu hem teorik hem de tarihsel bağlamında inceleyen bir kitaptan bahsedeceğim. Merdan Yanardağ’ın İçtihad Kapısı. Merdan Yanardağ bu yeni ve önemli kitabıyla, yeni bir ortaçağ yaşayan Batı’ya karşılık, İslam dünyasının neden ve sürekli hep ortaçağda kaldığının şifrelerini çözmeye çalışıyor.

Neo-liberal ekonomik modelin yeni ortaçağı yarattığını biliyoruz. Felsefi dayanak olarak postmodernizmi kullandığını, tüketim kültürünü yaratarak, insanı üreten bir canlı olmaktan çıkarıp tüketen bir canlıya nasıl dönüştürdüğünü biliyoruz. Neo-liberalizmin insanları özgürlük vaadiyle kandırıp, kendi kendini tüketen hatta kendinin sömürgeni haline getiren bir sistem olduğunun da farkındayız.

Ortaçağın insan karakteri ile günümüzün insan karakteri arasında büyük benzerlikler var. Kabaca bir kez daha göz atmakta fayda görüyorum.

Ortaçağın en belirgin özelliği, sadakattir. Marc Bloch, ortaçağı tek bir cümleyle tarif eder: "Ortaçağ demek bir başkasının adamı olmak demektir."

Ortaçağ hukuku linç hukukudur. Ortaçağda hukuk yoktur. Hukuk her derebeyinin kendi inisiyatifindedir.

Ortaçağ bir mafya düzenidir.

Ortaçağda gelecek kavramı yoktur.

Ortaçağ, bilinmeze açılan kapıdır. Tam da bu yüzden en çok falcılar ve cadılar işbaşındadır. Günümüz insanı gelecekten tamamen umudunu kestiği için, işi ya falcılara, ya tanrıya ya da günümüzün yeni peygamberleri kabul edilen kişisel gelişim gurularına bırakmıştır.

Ortaçağda aklın ve hakikatin ortadan kalktığını görürüz. Günümüzde de akıl tamamen kaybolmuştur.

Marx’ın meşhur tezinden bahsetmemiz gerekiyor bu noktada. “Dünyayı anlamak yetmez, onu değiştirmek de gerekir” sözü günümüz siyasal ortamında fazla lüks gibi geliyor. Oysa yeni ortaçağdan bahsetmemizin bir nedeni de maalesef bu... Son elli yılda dünya öyle geriye gitti ki bu kafa karışıklığında dünyayı anlama çabası bile çok devrimci bir eylem olarak önümüzde duruyor. Yeni bir aydınlanma için dünyayı yeniden anlamak, kavramları yeniden netleştirmek gerekiyor.

Büyük Aydınlanma Çağı’nın en önemli eserinin Diderot’nun Ansiklopedi’sinin olması bir tesadüf değildir. Tüm kavramları yeniden tarif etmenin, dünyayı daha anlaşılır kılmanın ve ortak aklı yaratmanın ilk adımı olarak görebiliriz.

İşte bu noktadan baktığımızda Yanardağ’ın kitabı daha da anlamlı hale geliyor. Batı dünyası yeni ortaçağı yaşarken ve bu kavramı tartışırken, İslam dünyasının hiç bitmeyen ortaçağının dinamiklerini ortaya çıkarma çabası diyebiliriz.

Günümüzün fikir dünyası için şunu rahatlıkla söyleyebiliyoruz: Tarihten kopmuşluk.

Halbuki biliyoruz ki tarihi bağlamından koparılmış her düşünce gericiliğin ve anlamsızlığın çukuruna düşmektedir. O yüzden Merdan Yanardağ, kitabın ilk kısmında, tarihin neden bütün sosyal bilimlerinin atası olduğunu anlatıyor:

“Elinizdeki tez çalışması da inceleme konusu olarak, ‘belli bir yönü olan’ tarihsel, toplumsal ve siyasal bir gelişimi, dahası bir olguyu ele alıyor. Bunu yaparken, uzun süreli bir tarihsel sosyolojik perspektif kurmaya çalışıyor. Çünkü, günümüz İslam dünyasında din-devlet-toplum ilişkilerini, tarihsel bir örnek olarak, Nizamü’l-Mülk’ün devlet ve toplumu örgütleme ve yönetme anlayışından hareketle incelemeye çalışan bu tezde, yöntemsel bakımdan tarihsel sosyolojik bir perspektife başvurmak, diğer bir ifade ile uzun süreli bir tarihsel bakış oluşturmak zorunludur.”

Kitap ilk bölümünde özellikle Louis Althusser’in Devletin İdeolojik Aygıtları incelemesiyle Marx’a yaptığı katkıyı ön plana çıkarıyor. Günümüzü anlamanın sadece Marx’ın belirttiği gibi devletin zor aygıtlarıyla kavranamayacağını ileri sürüyor. Günümüzde devletin ideolojik aygıtları yeni insan karakterinin yaratılmasında önemli bir etken olarak karşımıza çıkıyor.

Yanardağ aynen şöyle aktarıyor:

“Devletin İdeolojik Aygıtları, (baskıcı) devlet aygıtıyla aynı şey değildir. Marksist teoride devlet aygıtının şunları kapsadığını hatırlatalım: hükümet, idare, ordu, polis, mahkemeler, hapishaneler vb. Biz bundan böyle bunlara Baskıcı Devlet Aygıtları dediğimizde, gözlemcinin karşısına, birbirinden ayrı ve uzmanlaşmış kurumlar biçiminde dolaysız olarak çıkan belirli sayıda gerçekliği belirtiyoruz.

(...)

Althusser, devamla, hiçbir sınıf ya da kesimin devletin ideolojik aygıtları içinde ve üstünde kendi hegemonyasını kurmadan iktidarını sürdüremeyeceğini ve kalıcı olamayacağını belirtir.”

Elbette İslam’ın bitmeyen ortaçağına vurgu yapılırken, ideolojik aygıtlardan din kavramı ve dinin bir üstyapı kurumu olarak toplumları nasıl belirlediği üzerinden de uzun bir tartışmaya giriyor bizlerle. Üç büyük sosyoloji ekolünün bu konudaki incelemelerini inceleyip (Marx, Durkheim ve Max Weber) bunların yansımalarını inceliyor.

Rasyonalizmin Batı’ya özgü bir düşünce biçimi olduğunu vurgulayan Weber’e göre, kapitalizmin maddi altyapısı, yani piyasalar, işbölümü, para ekonomisi, ticaret yolları çok eski tarihlerden beri Doğu’da var olduğu halde, kapitalizmin ortaya çıkışı sadece Batı’da olmuştur.”

Merdan Yanardağ yukarıda belirttiğimiz gibi yaşadığı günün sorunlarını anlamak ve yeniden ve doğru bir şekilde mücadelenin temellerini oluşturmak için kitabını kaleme aldığını vurgulamaktan geri kalmıyor:

“Müslüman dünyayı hâlâ derinden etkileyen İslam’ın siyasallaşma sürecinin kaynaklarını ya da siyasal bir din olarak doğan İslam’ın günümüz toplumlarını da derinden etkileyen bilim ve akılla ilişkisini ve/veya çatışmasını sosyolojinin teorik perspektifinden tarihe bakarak incelediğimiz bu çalışmada, temel amaçlardan biri; günümüz Türkiye’sinde yaşanan modernite bağlamlı sorun ve çatışmaların kaynağına inmektir. Durum böyle olunca, uzun süreli tarihsel ve sosyolojik bir bakışa sahip olmadan, söz konusu amaca ulaşmak neredeyse imkânsızdır.”

Kitabın ana tezlerinden bir tanesi de bir üstyapı kurumu olarak eğitim sisteminin yaratılan veya yaratılacak olan insan karakteri üzerindeki etkisini incelemek.

Nizamü’l-Mülk’ün adı ile anılan Nizamiye Medreseleri’nin bu konudaki katkısını (İslam ortaçağının yaratılmasını) derinlemesine inceliyor:

Temelinde yekpare bir felsefe kurmak, yani bir anlamda siyasal birliği sağlayacak, ‘resmi ideoloji’ oluşturmaktır.”

Nizamü’l-Mülk’ün yaptığı esasında dağılmaya yüz tutmuş bir kurumu ideolojik bağlarla yeniden bir araya getirmek ve sürdürülebilir olmasını sağlamaktır. Elbette bunu yaparken de kitabın ana tezi olan eş’arilik ve Mutezile ayrışması da uzun uzun tartışılıyor. Eş’arilik, yani tanrıdan gelen bilginin tartışılmadan uygulanmasını sağlamak gerektiğini savunmak, Mutezilik, tartışmaya ve yoruma açık olmak fikirleri arasındaki mücadeledir. Nizamü’l-Mülk, eş’arilik düşüncesiyle, devletin bütünlüğünü sağlayacağını ve tartışmalara son vereceğini düşünüyordu.

Kitap 1960’lı yıllarda ülkemizde cereyan eden Asya Tipi Üretim Tarzı tartışmasına da yeni bir boyut getirip tekrar tartışmaya açıyor.

Elbette yer darlığından kitabın tamamını ve tüm tartıştığı konuları burada aktaracak değilim. Ama kitabın içinde önemli bir yer tutan Hassan Sabah vakası, metne ayrı bir değer katıyor. Uzun yıllar Batı’nın gözünden oryantalist bir şekilde ve çoğunlukla bilimsel olmayıp efsanelere dayanılarak yazılan Hassan Sabah vakası, kitapta gerçek değerine ulaşıyor. Özellikle bir ara çok satan Fedailerin Kalesi Alamut romanındaki tüm tezlerin Marko Polo’nun uydurmalarının romanlaşmış hali olduğunu şaşırarak Merdan Yanardağ’ın kitabından öğrenmiş oldum.