Hareket etmenin imkânsız göründüğü, felaket senaryolarının seyircisi olduğumuz bu karanlık günlerde meydan okumaya ve dayanışma biçimlerine imkân sunabilecek, çıkış yollarını gösterecek tek gerçeklik belki de sanat.

Dünyadan çıkış yolları
Emily St. John Mandel’in aynı adlı romanından uyarlanan 2021 yapımı Station Eleven dizisi kıyamet sonrasını konu alıyor.

Semiha Durak

Roma’da bir yaz akşamı. Yağmurdan hemen sonra, açık havada bir caz konserindeyim. Gecenin karanlığında, tarihi şehri aydınlatan Colosseum tam karşımda. Şarap kırmızı, dünya güzel. O gece ilk kez dinlediğim Arjantinli şarkıcı, daha önce hiç duymadığım şarkılarının arasında İtalyanca birşeyler anlatıyor. Anlamadığım kelimelerin arasında tanıdık bir isim dökülüyor dudaklarından: Mercedes Sosa. Önce Gracias A La Vida söylüyor Sosa’dan. Ardından Todo Cambia. Bu şarkı, ilk duyduğum andan itibaren anlamını bilmediğim sözleri ve bütün notalarıyla duygusunu iliklerime kadar hissetttiğim şarkılardan. Vaktiyle sözlerinin anlamına bakıp unuttuklarımdan. Şimdi yalnızca Todo Cambia demeyi biliyorum. Yani, Her şey Değişir.


Ben şarkının içinde kaybolmuşken güm diye bir sesle şalter atıyor. Bir anda sahne kararıyor, orkestranın sesi kesiliyor. Şarkıcı, seyircilerden yükselen uğultuların arasında, elindeki flütü bir yana bırakıyor ve sakince sahnenin önüne doğru yürüyerek el çırpmaya başlıyor. Çıplak sesiyle şarkıya devam ediyor. Biz, yani seyirciler, işareti alıp hep bir ağızdan Todo Cambia diye bağırıyoruz gecenin karanlığına. Yani, Her şey Değişir. Birbirini hiç tanımayan insanlar coşkuyla el çırparken, bir anda olduğundan daha güzel görünmeye başlayan dünyaya bakıyoruz, keyif içinde. Coşkunun şiddetinden gözler doluyor. Sanki o anda, gökten çok büyük bir metafor düşüyor. Kalbim ve kafam birarada, var olmayan bir zamanda, henüz gidilmemiş yolculuklara çıkıyor.

Birkaç yıl önce izlediğim Revolution (Devrim) adındaki iki sezonluk diziyi hatırlıyorum. Olaylar, post-apocalyptic (kıyamet sonrası) gelecekte geçiyor. “Karartma” denilen olayın on beş yıl sonrasındayız. Dünyanın şalteri atmış. Elektronik olan her şey devre dışı kalmış. Bilgisayarlar çökmüş, trenler rayda, arabalar yolda kalmış, gemiler okyanuslarda öylece donmuş. Devletler yıkılmış, hayat diye bildiğimiz her şey durmuş. Ama silahlar hala çalışıyor! Bir kaosun ve her şeye rağmen hayatta kalma mücadelesinin ortasındayız. Fikir olarak, yani şalterin atması, sistemin çökmesi ilgimi çekse de, kurgu ve oyunculuklar birkaç bölüm sonunda saçmalamaya başladığından ilk sezonu bile tamamlayamamıştım. Yine de böyle bir gecede aklıma gelebildiğine göre, başarılı olmalı.

Dünyanın sonuna dair felaket senaryoları, o sonun artık iyice yaklaştığını düşündüren alametlerle birlikte, artıyor gibi. Yine bu filmlerden biri, tek sezon ve on bölümlük bir dizi olan Station 11, bir süredir listemde zamanını bekliyordu. Nihayet buluştuk.

Hikâye tanıdık, hatta klişe diyebileceğimiz bir olay örgüsü üzerine kurulu: Aniden bütün dünyayı saran bir grip salgınıyla nüfusun %99'u ölüyor. Dizi, 2019'da başlayan pandemiden çok daha önce yazılmış aynı isimdeki bir kitaptan uyarlanmış. Klişe de olsa ilk açılış sahnesiyle beni içine çekmeyi başardı. Ünlü bir aktör olan Arthur, Kral Lear’ı oynadığı sırada sahneye yığılıyor ve üzerine yağan sahte karlar altında son nefesini veriyor. Arthur, aynı saatlerde dışarıda, karlı bir gecenin içindeki şehrin ve ölmekte olan dünyanın minyatür bir replikası gibi.

Zamanda ileri geri hareket ederek Arthur’un hikayesini izlerken, onunla bir şekilde yolu kesişmiş insanların ne şekilde hayatta kaldıklarını ve yıkıntıların arasından nasıl yeni bir varoluş yarattıklarını izliyoruz. Arthur’un sahnede can verdiği gece onunla birlikte oynayan çocuk oyuncu Kirsten’in, sağ kalan bir avuç insanla birlikte kurduğu göçebe tiyatro grubu Gezici Senfoni’yle karşılaştığımızda, “hayatta kalmanın yetmediğini” anlıyoruz.
Bazı sahnelerde yaşamanın bazen ne kadar acı verici olduğunu ve “cehennemin özlediklerimizin yerini alan o koca boşluğa benzediğini” düşünmemek elde değil. Ama bütün bu karanlık boşluğun içinde, tanıdığımız dünyanın ölümünün, yok olan uygarlığın ardından bir avuç insanı bir arada tutup hayata bağlayan tek bir şeyin kaldığını görüyoruz: Sanat. Shakespeare yine sağ çıkmayı başarmış. Ve onunla beraber şiir, tiyatro, müzikle sarmalanarak insan kalmayı başaran insan… Adından söz edilmese de Her şey değişir demeyi en iyi bilenlerden biri olan Bertolt Brecht de orada gülümsüyor, görüyorum.
Station 11, klişeler üzerinden sanatın insanı, insanlığı yine yeniden var edecek kadar güçlü olduğunu anlatıyor. Bugüne dek hala anlamadıysak, bir kez daha. Her şeyin yok olduğunu sandığımızda bile karanlığın içinden bağıran bir ses gibi sanat. Ayakta kal, devam et diyor. Önce hep birlikte oynanan bir oyun gibi başlıyor. Kendiliğinden, kalbin derinliklerinden, unutulmuş, saklanmış bir yerden çıkıveriyor. İnsanın yalnızca hayatta kalmasını değil, insan kalmasını sağlıyor. Bir araya getiriyor, çoğaltıyor.

Tarih boyunca bütün otoriter rejimlerin, diktatör yönetimlerin, devlet gizli servislerinin sanat politikalarına müdahale edip yasaklar koyması da hep bu çoğaltan büyülü gücün korkusundan değil mi zaten?

Son günlerde enerji krizi ve elektrik zamlarıyla birlikte iyice artan gerilim, dünyanın şalterinin atmasına ramak kaldığı hissini veriyor bana. Dünyaya bakınca, haberler pek de iyi değil. Ebeveynleri kapitalizm ve neoliberalizm gibi, vampirle zombi arası bir şeye benzeyen faşizm yanı başımda yeniden hortlamış. Nereye doğru gittiği bilinmeyen dünyanın yükü omuzlarımıza çökerken zamanın karanlığına hedonizmin renkli perdelerini çekmek gibi anlık çözümlerimiz var. Nefes tekniklerimiz, vitaminlerimiz. Ama magnezyum almak yetmiyor öfkemi yatıştırmaya. Görmezden gelmek unutturmuyor.
Geçmişin içinden, çocukluk günlerinden sıyrılıp gelen anlık görüntüler belirir ya hani bazen gözümüzün önünde. Benim görüntüm bir kitaptı geçen gün. Başlığı Dünyadan Çıkış Yolları olan ince bir kitap. Büyüdüğüm evdeki kitaplığın rafında boyum yetiştiğinde uzanıp ulaşacağım bir rehber sanıyordum onu. Çıkış yollarını gösterecek bir kılavuz. Yanılmamışım. Marcel Duchamp’ın söylediği gibi «sanatçı, zamanın ve mekânın ötesindeki labirentten çıkış yolu arayan aracı bir varlık gibidir.» Yeni keşfettiğim Alef’in Poeisis adlı şarkısının sonunda, Duchamp’ın kendi sesinden dinledim bunu. Duchamp ile kucaklaşan şarkının isminin Poesis olması tesadüf değil. Eski Yunan’da, şiirin geldiği yer Poeisis. “Yapmak”, “daha önce varolmayan birşeyi yaratmak” anlamına geliyor. Dünyadan Çıkış Yolları’nın yıllar sonra birdenbire aklıma düşmesi de tesadüf olmamalı. Küçük bir kızcocuğunun aklına merakı, soruları, labirentleri sorgulamayı düşüren kitabı ve yazarı Sami Baydar’ı yeniden keşfettiğimde tesadüf olmadığını anlıyorum. Dünya bir labirentten farksız olduğuna göre, Marcel Duchamp’ın sözünü ettiği sanatçılardan biri Sami Baydar. O labirentten çıkış yollarını arayan aracı bir varlık. Şiirin ya da herhangi bir sanat formunun eyleme dönüşerek, dünyayı yeniden anlamlandıracağına, yeni bir dünyaya doğru çıkış yolları yaratacağına inanan insanlardan.

Hareket etmenin imkânsız göründüğü, felaket senaryolarının seyircisi olduğumuz bu karanlık günlerde meydan okumaya ve dayanışma biçimlerine imkân sunabilecek, çıkış yollarını gösterecek tek gerçeklik belki de sanat. Bir anda, küçük bir kıvılcımla eyleme dönüşecek ve dönüştürecek güce sahip. Dünyanın şalteri bir gün gerçekten attığında, yıkıntılardan geriye kalan bir oyun gibi . İnsanı coşkuyla ayakta ve bir arada tutarak dünyayı yeniden kurmasını, bu sefer daha güzelini yaratmasını sağlayacak, gecenin karanlığına “her şey değişir” diye haykıracak kadar cesur. Shakespeare, Mercedes Sosa ya da Bertolt Brecht gibi.