Pandemi sonrası yönelime ilişkin ipuçları verebilecek G-7 Zirvesi önem taşıyor. Çokuluslu şirketlere kurumlar vergisi konması emperyalizmin saldırgan dış politikasının hız kesmemesi gerçeği ile birlikte düşünülmeli.

Dünyanın gözü G-7 Zirvesi’nde

Türkiye, Tayyip Erdoğan’ın 14 Haziran’da NATO Zirvesi sırasında Joe Biden ile yapacağı görüşmeyi bekliyor. Hatta Sedat Peker bile video gündemini bu takvime göre ayarlıyor. Küresel kamuoyu ise, 12-13 Haziran tarihlerindeki G-7 Liderler Zirvesi’ni daha fazla önemsiyor. Çünkü bu toplantıda Covid-19 sonrası uygulanacak ekonomik programlar, küresel vergi düzenlemeleri, küresel iklim değişikliği karşısında alınacak önlemler, Biden döneminde Transatlantik İttifakı’nın Çin ve Rusya karşısında izleyeceği strateji gibi bir dizi kritik konu masaya yatırılacak.

Zirve İngiltere’nin güneybatı ucunda yer alan, halkının kendine özgü bir kültürü bulunan Cornwall’da toplanacak. Bu yöre Cornish Pasty denilen içi dolgulu gevrek börekleriyle ünlüdür. Teneke madencilerinin doyurucu, pratik öğle yemeği geleneği giderek küresel bir fast food haline gelir. Cornwall halkı ise hep İngilizlerden farklı bir kimliği temsil ettiklerine, “ayrı bir yer” olduklarına inanır. Turizmin bu duraklama döneminde G-7 Zirvesi’nin bölgeye belirgin bir ekonomik hareketlilik getirmesi bekleniyor.

DEV ŞİRKETLERE YÜZDE 15 KURUMLAR VERGİSİ

Zirve öncesi ilk kritik uzlaşma en büyük 100 çokuluslu şirkete uygulanacak küresel kurumlar vergisi konusunda sağlandı. G-7 üyesi ABD, Japonya, Almanya, Fransa, Birleşik Krallık, İtalya ve Kanada’nın maliye bakanları, 5 Haziran günü yayımladıkları sonuç bildirgesinde en az yüzde 15’lik bir vergi üzerinde fikir birliğine vardıklarını ilan ettiler. Amerika Hazine Bakanı Janet Yellen, bu verginin ABD ve diğer ülkelerde vergi gelirlerini artırarak, orta sınıflar ve emekçiler için daha adil uygulamaların önünü açacağını belirtti.

Alman Maliye Bakanı Olaf Scholz ise, bu anlaşmanın vergi adaleti ve dayanışma için iyi haber, vergi cennetleri için kötü haber olduğunun altını çizdi.

En az yüzde 10 kâr marjına sahip küresel şirketler, karlarının yüzde 20’sini oluşturan bir matrah üzerinden satışları gerçekleştirdikleri ülkelerin vergi otoritelerine ödeme yapacaklar. Bilindiği gibi şimdiye kadar şirketler sadece fiziksel varlıkları bulunan ülkelerde vergi ödüyorlardı.

Elde ettikleri yüksek kârlara karşın çok cüzi miktarda vergi ödedikleri için büyük tepki toplayan Google, Amazon, Facebook gibi teknoloji şirketlerinin yetkilileri de bu adımı memnuniyetle karşıladıklarını belirttiler.

Janet Yellen’in Fransa, Birleşik Krallık ve İtalya’nın özellikle ABD teknolojisi şirketlerini etkileyecek dijital vergi uygulama kararından vazgeçmeleri talebi şimdilik kabul görmedi. Tartışmanın temmuzdaki G-20 Zirvesi’nde sonuca bağlanması bekleniyor.

Özellikle platform kapitalizmi üzerinden fahiş kârlar sağlayan teknoloji şirketlerinin sadece yüzde 15’lik bir vergi ile paçayı sıyırmaları yetersiz bulunabilir. Ancak küresel ekonomiye bu küçük dokunuşlar, ABD’nin gerileyen hegemonyası karşısında Biden yönetiminin rıza mekanizmalarını devreye sokma, dünya halklarının gönlünü kazanma, aklını çelme açılımının bir parçası olarak düşünülmeli. Çünkü Transatlantik veya NATO İttifakı’nın aşağıda tartışacağımız Rusya’ya ve Çin’e karşı kuşatma planı böyle şirin hamleler gerektiriyor.

ÇİN’İ VE RUSYA’YI TECRİT PLANI

Cornwall’un Carbis Körfezi’ndeki toplantıya G-7’nin yukarıda saydığımız daimi üyeleri dışında Avustralya, Hindistan, Güney Afrika ve Güney Kore de davetli. Tüm bu ülkeler Hint-Pasifik bölgesinde Çin’e karşı ittifakta kritik önemdeki coğrafyaları temsil ediyorlar. Aynı zamanda “Quad” adı verilen, ABD-Japonya-Avustralya-Hindistan’ı kapsayan anti-Çin dörtlüsünün bilumum üyeleri katılımcı listesinde.

Söz konusu ülkelerin dışişleri bakanları zirve öncesi, mayıs ayında Londra’da bir araya geldi. Sonuç bildirgesi, Rusya’yı Ukrayna sınırındaki askeri tahkimat ve kanunsuz biçimde ilhak edildiği öne sürülen Kırım konuları üzerinden “sorumsuz ve istikrar bozucu davranışları” için kınadı. Putin rejimine “başka ülkelerin demokratik sistemlerini baltalamak, kötü niyetli siber faaliyetlerde bulunmak ve dezenformasyon” gibi suçlamalar da yöneltildi. İngiliz Dışişleri Bakanı Dominic Raab, G-7 inisiyatifine “yalanlar, yanıltıcı propaganda ve sahte haberlere karşı” demokratik kurumları savunma çağrısında bulundu.

Elbette Rusya’nın tamamen temiz, demokrasi ve insan haklarına saygılı bir ülke olduğunu savunacak değiliz. Aynı durum Çin için de geçerli. Gelgelelim, Batılı emperyalistlerin kendi kara propaganda ve yalanlarının üstünü örten, başka ülkelerdeki işgalleri mazur gören, yer yer darbeleri teşvik eden davranışlarını görmezden gelip, sütten çıkmış ak kaşık misali erdemlilik sembolü gibi ortaya çıkmalarındaki ikiyüzlülüğü de belirtmemiz gerekiyor.

G-7, Çin’e karşı pozisyonunu da, “uluslararası kural-temelli düzeni” desteklemek bahanesiyle meşrulaştırmaya çalışıyor. ABD daha Obama döneminde uygulamaya soktuğu strateji çerçevesinde Güney Çin Denizi’nde ve Tayvan’da provokasyonlara girişiyor. Sincan, Tibet, Hong Kong her “hassas” konu üzerinden Çin’in üzerine gidiyor. Ne var ki, ABD ve Birleşik Krallık’ın başını çektiği, Çin’i uluslararası arenada tecrit etme girişimi AB çevrelerinde çok sıcak karşılanmıyor. Özellikle Beijing’le yakın ticari ilişkileri bulunan Almanya ve Fransa daha itidalli bir yaklaşımı öneriyor. Bu nedenle G-7 dışişleri bakanları sonuç bildirgesi Çin’e karşı daha ılımlı bir dil kullanıyor.

NICHOLAS STERN G-7 RAPORU

Şimdi G-7 Zirvesi’nde tartışılacak ekonomi ve çevre konularına çerçeve oluşturacak bir metinden söz edeceğiz. İngiltere Başbakanı Boris Johnson tarafından Londra Ekonomi Okulu (LSE) profesörlerinden Nicholas Stern’e G-7 Liderliği’nde Sürdürülebilir Dayanıklı ve Kapsayıcı Ekonomik İyileşme ve Büyüme başlıklı bir rapor hazırlatıldı. (G-7 Leadership for Sustainable ,Resilient and Inclusive Economic Recovery and Growth May 2021). İşin ilginç bir yanı da, muhafazakâr başbakanın fikirlerine başvurduğu Stern’in İşçi Partili bir bilim insanı olması. Bu eğilimi, Joe Biden’ın sosyal yardımlara ve kamu yatırımlarına ağırlık veren, Keynesyen ekonomi politikaları ile birleştirip, küresel kapitalizmin yeni yönelimleri kapsamında değerlendirmek de olanaklı.

Stern, önce pandeminin yol açtığı ağır toplumsal maliyeti rakamlarıyla ortaya koyuyor. Eşitsizliklerin derinleştiğinin, düşük gelirli işlerde çalışanların, kadınların, göçmenlerin, düşük becerili emekçilerin bu süreçten özellikle olumsuz etkilendiğinin altını çiziyor. Küresel istihdamın yüzde 39’unu oluşturan kadınların, iş kayıplarının yüzde 54’üne muhatap olduğu gibi çarpıcı bir istatistiğe yer veriyor. Aşırı yoksullara 150 milyon kişinin ekleneceğini, Dünya Gıda Programı’na göre gıda güvensizliğiyle karşılaşan düşük ve orta gelirli ülkelerdeki insan sayısının ikiye katlanarak 265 milyona ulaşacağını dile getiriyor.

G-7 ülkelerinin önümüzdeki 10 yılda her yıl kolektif olarak; sürdürülebilir altyapıya, doğanın korunması ve restorasyonuna, yenilikçiliğe ve beceri geliştirmeye ek 1 trilyon dolar yatırım yapmalarını öneriyor. Böyle bir atılımın kısa vadede çarpan etkisiyle ekonomik aktiviteleri ve istihdamı canlandıracağını, orta vadede yeni buluşları ve üretkenlik artışını tetikleyeceğini öne sürüyor.

İklim değişikliği tehlikesine, çevresel yıkıma, biyoçeşitlilik kaybına karşı da; karbon fiyatlamasının hayata geçmesi, fosil-yakıt sübvansiyonlarının kademeli kaldırılması, net-sıfır karbon salınımı düzenlemelerinin başlatılmasını şart koşuyor.

Uluslararası koordineli bir çabayla gelişmekte olan ülkelerin (GOÜ) borç yükünün hafifletilmesi, düşük gelirli ve kırılgan ülkelerin borç, anapara ve faiz ödemelerinin askıya alınması gereğine dikkat çekiyor.

En acil konunun da Dünya Sağlık Örgütü çabasıyla ortaya çıkan COVAX aşı inisiyatifinin 20 milyar dolarlık fon açığının kapatılarak, 2022 sonuna kadar tüm GOÜ’lerin aşı ve tedavi olanaklarına kavuşması olduğunun da altını çiziyor.

SOSYALİSTLERE DÜŞEN GÖREV

Özetle, pandemi sonrası dünyanın yönelimine ilişkin ipuçları verebilecek önümüzdeki haftaki G-7 Zirvesi büyük önem taşıyor. Objektif analizler yapılırken, çokuluslu şirketlere kurumlar vergisi konması, daha kamucu ve yatırımlara ağırlık veren ekonomi programların benimsenmesi gibi yönelimlerle, emperyalizmin saldırgan dış politikasının hız kesmemesi gerçeği birlikte düşünülmeli.

Belki 2. Dünya Savaşı sonrasında Sovyetler Birliği’nin ve sosyalist ülkelerin varlığının Soğuk Savaş döneminde kapitalizmi Refah Devleti uygulamalarına yöneltmesine benzer bir konjonktürden söz edilebilir. Bugün de Çin’in yükselişinin, 21. yüzyılın kapitalizmini, kitleler nezdinde meşruiyetini artıracak arayışlar içerisine soktuğu bir döneme adım atıyor olabiliriz. Solculara, sosyalistlere düşen görev de, bu elverişli ortamda daha ileri ekonomik ve sosyal taleplerin mücadelesini vermektir.