DJ/Prodüktör, aktivist ve festival kuratörü İpek İpekçioğlu, yaklaşık 25 yıldır dünyanın her yerinde üretimlerini sergiliyor. Aynı zamanda Türkiye, Almanya’da göçmenler ve kimlikler üzerine çalışmalar yapan İpekçioğlu, “İnsanlığın aktivizmini yapıyorum, dünyanın her alanıyla değişmesini istiyorum” diyor.

Dünyanın her alanıyla değişmesini istiyorum


Cihangir KÖROĞLU

Ülkemizde ve dünyanın birçok kesiminde elektronik müziğe ilgi giderek artıyor. Kulüplerden, eğlence mekânlarından evlerimize ve kulaklıklarımıza giren bu tarz gün geçtikçe de kendini güncelliyor. Asla elektronik müzikle yan yana geleceğini düşünemeyeceğimiz şarkılar, başarılı müzisyenler tarafından öyle bir düzenleniyor ki, ‘yıllardır aranılan müzik buymuş’ hissini uyandırıyor müzikseverler tarafından.

Özellikle Türkiye müziğinin zengin yelpazesinden faydalanıldığı zaman ortaya muazzam işler çıkıyor. DJ İpek İpekçioğlu da yaptığı kusursuz düzenlemeleriyle ülkemizde ve dünyada en iyiler arasında yer alıyor. Kendisiyle hayatını, müziğini ve yıllardır emek harcadığı LGBTİ+ mücadelesini konuştuk.


► Müziğe bir ‘’HomOriental - Queer Oryantal’’ partisinde, kara çarşaf içinde DJ setinin arkasında başladığını okudum. Bu şekilde okuyunca bile hikâyen oldukça ilgi çekici geliyor insana. Biraz o günden ve kendinden bahseder misin?

1972’de Münih’te doğdum ancak orada hiç yaşamadım. Annemin düzenli bir işi olmamasından kaynaklı Almanya’da farklı şehirlerde yaşıyorduk. Tabii daha sonra annem ‘’bu çocuklar dilini, kültürünü unutmasınlar’’ diyerek bizi dedemlerin yanına İzmir’e gönderiyorlar. Almanca’da sosyolojik bir terim vardır, bu gibi durumlara ‘’bavul çocukları’’ denir. Özellikle göçmenlerin ikinci neslinden itibaren böyle bir şey başlar. Velhasıl, çocukluğum ve ilkokul yıllarım İzmir’de geçti ama 10 yaşından itibaren tamamen Berlin’de yaşamaya başladım. Ama İzmir ile bağım kopmadı. Dedemlerden dolayı sürekli İzmir’e gelip gidiyordum. Dede ve anneanne delisiyim. (gülüyor) Dedem vefat ettikten sonra annem, anneanemin yanına yerleşti o sebeple yine yılda 3-4 kez mutlaka Türkiye’ye geliyorum. Tüm bunlara rağmen İzmir’i çok bildiğim söylenmez.

Tabii müzikle ilkokul yıllarımda tanıştım. Okulun folklor ekibinde ve korosundaydım. Bu Berlin’de de dernekler üzerinden devam etti. Hatta bir tane Alman okulunda folklor dersi veren hocamız vardı. Tabii büyüdüm, profesyonel manada müzikle veya dansla ilgilenmedim bu daha çok bir hobi haline geldi ancak sürekli müzik dinliyordum. Yaşım ilerledikçe de partilere gitmeye başladım. Bunlardan bir tanesinde Almanyalı bir arkadaş geldi ve şey sordu; ‘’sen Türkiyeli misin?’’ evet, ‘’sen lezbiyen misin?’’ evet, gibi bir diyalog yaşandı sonrasında da ‘’bu cumartesi bir parti yapacağız ‘ilk Queer oryantal parti’ ama DJ’imiz çalamayacak, Türkiyeli bir DJ’e ihtiyacımız var sen gelip çalar mısın?’’ diye devam etti. (gülüyor) Tabii şaşırdım, daha önce yaptığım bir şey değildi. ‘’Olsun Cd’lerini kap gel’’ dedi, e bende CD yok ki kaset var.(yıl 1994 tabii mp3ler vs. yok, cdler de yeni çıkmıştı) ‘’O zaman kasetlerini kap gel.’’ Çekincelerimin yanı sıra mutlu olmuştum. Biz Türkiyeli LGBTİ’ler olarak DJ’lere ‘’Sezen Aksu’dan şunu çalar mısın?, Tarkan’dan şunu çalar mısın?’’ diye diye bir hal oluyorduk, onlar da ‘’bakarız uyarsa çalarız’’ diyordu. Şimdi fırsat bizim elimizdeydi. (gülüyor) Çarşafı giyme sebebim ise, tarihin 24 Aralık’a denk gelmesi. O gün Hristiyanların noel gecesi. Bütün Hristiyanlar aileleriyle noel yemeği yerken, bizimkiler ne yapar diye düşünüp parti organize edilmiş. Hristiyanlar noel yapıyorsa ben de kara çarşafımı giyerim dedim. Sosyal Pedagog olarak Kadın Hakları derneğinde çalışıyorum aynı zamanda o dönemler, o dernekten bir abladan ödünç almıştım çarşafı. Bir yandan da DJ’lik heyecanı kapladı içimi. Tanıdığım kim var kim yoksa hepsinin Cdlerine ve kasetlerine el koydum. Çarşafın bir yandan da kalkan görevi vardı. Eğer kötü çalarsam kimse görmesin mantığı. 7 saat kadar çalmışım o gün. Aşağı indim, organize eden arkadaş 200 Mark para verdi. Bunun için para mı alacağım gerçekten diye sordum, çok iyi çaldığım için bunu verdiklerini söylediler. Daha sonları etrafta konuşulmaya başlamış. ‘’Bizim bir kız var; hem lezbiyen, hem Türkiyeli, çaldığı şarkılar da güzel Farsça çalıyor, Türkçe çalıyor, Kürtçe çalıyor, her dilden her kültürden çalıyor’’ diye. Böyle başlayan müzik serüvenim hala devam ediyor. (gülüyor)

► Türkiye’de elektronik müzik bir şekilde insanların hayatlarına girdi ve yer yer sevildi. Özellikle 70’ler Anadolu pop/rock müzik düzenlemeleri popülerleşti. Elektronik müziğin Türkiye toplumuyla ilişkisini nasıl değerlendiriyorsun?

Bana göre Türkiye müziği dünyadaki en zengin müzik çeşitliliğine sahip. Ve insanlar müziği seviyorlar. Yeni olanı dinlemeyi de sevdiklerini düşünüyorum. Elektronik müzikte tam söylediğinin üstüne yani 70’ler dönemi şarkılarla hayatımıza girmeye başlamıştı. O dönemin şarkılarını editlemek o yüzden hem düzenleyenler için hem dinleyenler için iyi tercih. Çünkü o tınıları Türkiye toplumu biliyor, seviyor. Hey Douglas’ın, Kozmonot’un, Barış K’nın, Ali Kuru’nunAnatolianSessions’ın yaptığı ve daha sayamadığım bir sürü kusursuz editler. Ve tabii ki Santi ve Tuğçe var, eski şarkıları alıp elektronik yorumla cover yapıyorlar. Bir de Gaye Su Akyol’un ‘’Seni Görmem İmkansız’’ ikilisiyle eski Türk sanat müziklerini elektronik yorumla icra ediyorlar.Ve Avrupa ritminin içinde çabucak yer bulabilen işler. Ve tek düze müzikler dinlemek istemeyenler içinde çok iyi bir alan yaratıldı. Örneğin GesiBağları’nı bu şekilde daha farklıdinleyebiliyorsun. Yargılarını bir kenara bırakabileceğin bir tarz elektronik müzik. Neden bu kadar popülerleştiğine baktığımız zamanda, mesela tekno tarzda kültürel ögeler yoktur sadece soundlar vardır, çok az kelimeler vardır o yüzden toplumun belirli kesimlerince benimsendi. Çünkü bir çok insan şarkıya eşlik etmeyi sever. Daha önce üretilmiş şarkıların elektronikleşmesi ise jenerasyonlarla da orantılı olarak talep görmeye, insanlara keyifli gelmeye başladı. Çünkü orada da salt tekno tarza sıkışmamayı da keşfetti üretenler. Mesela Avrupa’da ve Dünya’da, Türkçe birçok müzik elektronik müzik sayesinde bu kadar dinlenmeye başladı.

► Üretimlerinde bir çok etnik tarza yer veriyorsun. Özellikle halk müziği denemelerini çok beğeniyorum. Halk müziğini alışıla gelmişin dışına taşımak cesaret isteyen bir şey değil mi ?

Öncelikle bu soru için teşekkür ederim. Benim için önemli olan o türkünün, halk müziğinin ruhunu yakalamak. O ruhu yakalayıp, farklı modlara sokabilecek bir kalıba dökmek. Ama deforme etmek değil! Ben o hissi, hazzı başka müzik türlerine dökebilmek istiyorum. Mesela Hakan Vreskala ile yaptığımız ‘’Bir Çift Turna’’ parçasının bana hissettirdiği duygu çok etkili. Türkiye’de müzik üreten (cover yapan değil) tek kadın editçi olarak, üretimlerimle türkülere bir saygı gösteriyorum. Millet beni tanısın diye de o şarkıyı, şu şarkıyı alıyım ona remix yapıyım gibi bir düşüncem asla olmadı. Böyle olursa estetikten, duygudan mahrum kalır şarkılarımız. Ben oradan en başından beri uzaktayım. Çocukluğumuzda da halk müziği, sanat müziği, anadolu pop/rock, klasik müzik dinleyerek büyüdüm. Ailemde deEzhel ve benden başka müzisyen yok. Ancak o kültürlerden uzak kalmadım. Özellikle Almanya’da Türkiye sol müzikleri ile büyüdüm. Grup Yorum, Selda Bağcan, Kızılırmak, Fikret Kızılok, Ezginin Günlüğü, Zülfü Livaneli gibi isimler beni etkiledi. Velhasıl halk türkülerini düzenlemek elbette cesaret istiyor. Çünkü insanların kafasında hemen şey oluşuyor, ‘’bizimgüzel türkümüzü ne hale getirmiş, noluyor falan’’. Ya abi ben senin geleneğini yok etmiyorum ki, aksine, şarkının kendisini deforme etmeden, farklı bir yorum getiriyorum, belki de güncelliyorum ve daha farklı dinlenmesini, insanların üzerine konuşmasını sağlıyorum. Senin müziğin niye sadece sana kalsın? Neden dünyaya taşınmasın? Neden Pir Sultan Abdal’ın, Ömer Hayyam’ın kim olduğunu merak etmesinler?Dünya değişiyor, insanlar değişiyor, elektronikleşiyoruz her anlamda. Ancak kültürler, diller, duygular devam ediyor ve insanlar bunların ürünlerini bilsinler istiyorum. Mesela, Adir Jan ile ilk Kürtçe lezbiyen, gey içeriklielektonik müzik düzenlemesini, ‘’Berf ü Zin’’ i yaptık geçtiğimiz haftalarda. Anlamlı ve bir hikâyesi olan bir şey yapalım istedik. Ve ortaya bir lezbiyen hikayesi çıktı. Üçüncü bir insan tarafından anlatılan Kürtçe iki lezbiyen kadının hikâyesi. Buddaha Bar Elements’de Aralık ayında release edildi. İnsanların tepkilerini merak ediyorum.

► Bir müzisyen ve bir aktivist olarak Türkiye’ye dair neler söylemek istersin ?

Elbette bir çok şey söylemek mümkün. Pandeminin gerek yürüyüşlere gerek müziğe olan etkisi ortada. Bir de bunun yanı sıra devletin yasaklamaları gelince üzerine düşünülecek noktalar ortaya çıkıyor. 5 yıldır Onur Yürüyüşlerine müdahale hali, LGBTİ bireylerine her alandaki yapılan baskı hali ortada. Kaygıyla takip ediyorum.

► Doksanların ortasında, kendi ürettiğin ‘’Ayşe Anya’yaAşık’’ isimli broşürlerle çıktığın yolda Bilitis’in Kızları isimli grubun kurulmasına vesile olduğunu, kendi çabanla ve LGBTİ+ aktivistleriyle de birlikte bir mücadele alanı yarattığını görüyoruz. Müzik yapmakla aktivizm arasında bir bağlantı kurdun mu? Tanınmaya başladıkça aktivizm alanı da genişledi mi?

1990’lar başında ben lezbiyen olarakcomingout’umuyani kendimle yüzleşmeye ve lezbiyen olarak açık yaşamaya başladım. Aileye falan da açıldıktan sonra, Türkiyeli lezbiyenlerle konuşmak, tanışmak gibi bir ihtiyaç hissettim. Almanya’da Onur Yürüyüşü’ne katıldım orada Türkiyeliye benzettiğim kadınların yanına gidip, “Lezbiyen misin ?, Türkiyeli misin ?” diye sorup, sonrasında da hadi bir dayanışma grubu kuralım dedim. (gülüyor) Tabii o dönem internet falan da yok herkese evimin numarasını veriyorum. Neyse ben toplantılara, yürüyüşlere katıla katıla bir çevre edindim ve grubu oluşturdum 1993 gibi. O zaman da tüm broşürler Almanca, bir arkadaşım dedi ‘’Ya İpek, hiç başka dilde broşür yok, hazırlayalım bir tane’’ diye benim de aklıma yattı. Tam da bunun üzerine çıktı “Ayşe Anya’yaÂşık.” Almanya’da hemen hemen bütün Türk derneklerine bıraktık broşürleri. Tabii ben İzmir’e gelip gidiyorum ancak İstanbul’a hiç gelmemiştim. 1994 yılı olması lazım iş için İstanbul’a gitme gibi bir durumum oldu. Ve İstanbul’a âşık oldum. Ancak kafamda da sürekli şey dönüyor “acaba lezbiyen var mı burada?.” Sonra Beyoğlu’nda hoşuma giden kafelere girip, kimi gördüysem pat diye sordum: “Merhaba ben İpek, Almanya’dan geliyorum ve lezbiyenim. Hiç lezbiyen birilerini tanıyor musunuz ?” tabii herkes şok. (gülüyor). Daha sonra bir tane kafeye yönlendirdiler. Sırt çantamda broşürler, bildiriler, kitaplar tam takım halde hazırım yani gidiyorum. 3-5 denemenin ardından aradığım yeri bulmuştum. Sonra bildirileri falan çıkardım herkes heyecanlı. Oradan da Bilitis’in Kızları ortaya çıktı.

Tabii hayat da kaldığı yerden devam ediyor o zamanlar, sosyal pedogoji okuyorum bir yandan da master yapıyorum ‘’Türkiyeli bir lezbiyen olmak çelişki midir?’’ üzerine. Bunun üzerine röportajlar vs. yapıyorum birçok insanla. Böyle böyle okulu bitirdim. DJ’lik de son sürat devam ediyor. Özellikle 2000’den sonra tamamen müziğe odaklandım. LGBTİ+ mücadelem elbette son bulmadı. Dernekler kurdum (Gladte.V.), olabildiğince bütün Onur Yürüyüşlerine katıldım. Anti-Homofobi üzerine Kaos GL’deworkshoplar verdim, Almanya’da hala LGBTİ+ partilerinde DJ’lik yapmaya devam ediyorum, oraya bir şeyler katmaya çalışıyorum.Female:pressure gibi kadın elektronik prodüktörlerden oluşan networkler, ve daha bir çok sivil toplum kuruluşlarında faaliyetler gösteriyorum. Benim lezbiyen ve queer yaşıyor olmam hayatımda yaptığım her işte var. Ancak şunu söylemek de lazım, ben sadece lezbiyenliğin aktivizmini değil, insanlığın aktivizmini yapıyorum. Ve sadece LGBTİ+’lara da hitap eden bir insan da olmak istemiyorum çünkü dünyanın her alanıyla değişmesini istiyorum. Ve müzik ortakbir dil. Hatta elektronik müzik daha da ortak. Dil vs. fark etmeden şarkıları rahatlıkla dinleyebilmeni sağlıyor. Kendimi bir alana sıkıştırmadan, bunu değerlendirmek istiyorum.


► Türkiye’de olumsuz şartlara rağmen, kendini geliştiren ve üreten farklı tarzlarda genç müzisyenler var. Sen de bu isimlerden bazılarıyla gördüğümüz kadarıyla diyalog halindesin. Hatta Gaye Su Akyol ile bir üretiminiz oldu. Gelecekte özellikle, Türkiye’de son dönemlerde adından sıkça bahsettiren, senin de aynı zamanda kuzenin olan Ezhel ile veya başka müzisyenlerle yeni üretimlerin olacak mı?

Ezhel ile başlayım. Evet bir şeyler deniyoruz, özellikle Almanya’ya geldikten sonra arada sırada beraber müzik yaptığımız da oluyor. Ama ben özünde çalışan insan olduğum için işi çok aceleye getirmek istemiyorum üretim konularında. Bir gün çıkacak, güzel ve farklı bir şey olacak. Onun dışında bundan bir 10-15 sene kadar önce hip-hop camiası uyanmıştı Türkiye’de. Ancak bir kalıbın içinde kaldığı için bu kadar popüler olmamıştı. Ezhel ve şimdiki ekip ise onu güncelledi denilebilir. T-rap, afrobeat – trap denemeleri yapıyor ve reggae tarzdan gelerek bunu yapıyor. Böylelikle Türkiye’de farklı beatlerin yansımasına fırsat verdi.

Ve her zaman -kuzenim diye söylemiyorum (gülüyor)- gerçekten onu bir kenara bırakarak söylüyorum, çocuğun sözlerini dinlediğimde hiçbir zaman kadınlar aşağılanmıyor, cinsel obje olarak gösterilmiyor, sınıfçılık üzerinden indirgeme olmuyor, disslerini bile bir usluba göre yapıyor. Macho-toxic yani zehirleyici erkeklik yaymıyor. Ve asıl başarılı olan kısım burası. Popülerliğinin yanı sıra sosyal-politik tavrını da elinden bırakmıyor oluşuda altı çizilmesi gereken bir şey.

Son zamanlarda gerçekten baya iyi sanatçılar çıkıyor. Özellikle internetin bu alanda kullanımı da bir noktada verimli diyebilirim. Özellikle pandemi şartları buraya sıkıştırmış olsada hayatlarımızı kriz anında bile alanlar yaratmaya çalışmak oldukça iyi. Genç DJ’ler, alternatifçiler akıllı ve keyifli işler yapıyorlar. Çok yönlü oluşları en çok hoşuma giden kısmı. Yeni projeler elbette olacak, elimden geldiğince takip ediyorum hepsini ve dediğim gibi acele etmeden, tam anlamıyla oldu dedikten sonra insanlara sunmayı tercih ediyorum, üretimlerimi.