Sokaklarda vurulmuş can çekişen insanlar, hastaneye ulaştırılmalarına izin verilmediği için kan kaybından ölenler varken, başka bir şey düşünemiyorum. Ümitsizleşmiş bir beyin, eğer devlet yapımı değilse, takılıp kalıyor böyle şeylere. “Vapuru kaçırdım yine” diye yazıyorum defterime, çünkü az evvel vapur kaçtı, kapıları kapattılar hemen, sisler içindeki Boğaz’dan esen soğuk rüzgârın üzerine. Tek başıma iskeledeki bekleme salonunda oturuyorum, bütün şehir o vapura binip gitmiş sanki. Bir kedi giriyor içeriye, kapkara bir kedi, oturakların üzerinden yürüyor dikkatlice. Sen de böyle yürürsün, ip üzerindeki bir cambaz gibi, durmaman gerekir, tereddüt etmemelisin… Senin gibi teklifsizce gelip kıvrılıyor kucağıma, çok uzun zamandır birbirimizi tanıyormuşuz gibi.

Zaten sürekli bir şeyleri kaçırıyorum bugünlerde, zamanın ayarı bozuldu. Pencereden sisle kaplı Boğaz’ın üzerinde martı görmeyi umuyorum, ama yoklar, belki onlar da gitti... Her vapura binişinde, sanki bütün martıları saymışçasına “Martılar azalıyor” diye üzülen şair dostum geliyor aklıma. Bir kitaba, bir aşka, bir davaya kendini tamamen verebilecek insan sayısının azalmasıyla, hızlanan zaman arasındaki ilişkiyi yazayım istiyorum defterime, olmuyor. Aklım, sokaklarda vurulmuş can çekişen insanlarda. Biliyor musun kedi, ambulansların geçmesine izin vermedikleri için kan kaybından ölenler var, şu anda, şimdi… Klimalara ve su depolarına ateş ediyorlar, yaralıları düştükleri yerden almak isteyenlerin üzerine.

“Bu çağ, yüzeyselliğin hâkim olduğu bir çağ” demiştin, yeni çıkan filmlerin afişlerine bakarken. Sonra elinle kamera yapıp beni çekmeye başlamıştın, ben de karşıma çıkan herkese kendimi mübaşir olarak tanıtıp mahkemeye çağrıldıklarını söylemiştim. “Ne mahkemesi?” diye soranlara, “Şiirsel Adalet” demiştim, gülmeler, deli muamelesi yapmalar, kızanlar… Daha iyi filmlerimiz olmuştu, ama gerçekti. Sürekli o mahkemeye çıkıp savunma verdiğimizi bilmiyorlardı. Hâkimi, savcısı, mübaşiri kendin olduğun bir mahkeme… Diyorum ki, artık cezamız neyse çekelim, olmuyor böyle. Beni duyuyor musun?

Derinliğe dayanıklı şeyler üretmeliyiz, yoksa boğulacağız bu yüzeyselliğin içinde. Dayanıklı dostlar ve aşktan evvel, beynimizi üretmeliyiz yeniden, fikirler bulmalıyız, bu soğukta içine girip saklanacağımız. Her şey o kadar yüzeysel ki…

Kıyametin televizyondan naklen yayınlanacağı bir çağ, reytingi yüksek olmayabilir. Defterime böyle yazınca, gülümseyebileceğin geliyor aklıma, gülümsüyorum. Düşünsene, kıyamet kopmuş ve insanlar televizyonda yarışma programı izliyorlar... “Boşver onları” demiştin bir defasında, “Niye bozsunlar ki rahatlarını, kimseye güvenmez, yapayalnız bu dünyada yaşarlarken.”

“Apocalypse Now” filmini birlikte izlediğimiz günü hatırlıyorum, sabaha kadar tartışmıştık, Vietnam Savaşı’nda bir subayı canlandıran Marlon Brando’nun, savaşmayı neden bıraktığıyla ilgili anlattığı hikâyeyi: “Özel kuvvetlerde olduğum zamanları hatırlıyorum. Sanki bin asır önceydi. Çocuklara aşı yapmak için bir kampa gitmiştik. Çocuk felci aşısı yaptıktan sonra kamptan ayrıldık. Yaşlı bir adam ağlayarak bize yetişti. Ağlıyordu. Konuşamıyordu. Oraya geri döndük. Kampa gelip bütün aşılı kolları kesmişlerdi. Kesik kolları yığmışlardı. Küçük kollardan oluşan bir yığın. Hatırlıyorum da aynen aynen bir büyükanne gibi ağladım. Dişlerimi sökmek istedim. Ne yapacağımı bilmiyordum. Ve hatırlamak istiyordum. Asla unutmayacaktım. Asla unutmak istemiyorum. Derken farkına vardım, sanki alnımdan elmas bir kurşunla vurulmuşum gibi. Sonra düşündüm, Tanrım, bu olaydaki deha böyle bir şeyi yapabilmek için gereken irade kusursuz, gerçek, eksiksiz, kristal gibi berrak. Ve bizden daha güçlü olduklarını anladım. Çünkü buna dayanabiliyorlardı. Bunlar canavar değildi, insandı.”

Kendimi o subayın yerine koyup, yığılmış o kesik kolların başında ne hissedeceğimi ve ne yapacağımı düşünmüştüm. Hiçbir şey, bana o çocukların kollarının neden kesildiğini açıklayamazdı. O subay gibi düşünmezdim. Çocukların kollarını kesmekten daha korkunç olanın, Vietnam Savaşı’nda ABD uçaklarından atılan oyuncak görünümlü bombalar olduğunu bilirdim. İnsanların kaybedecek bir şeyleri yoktu, çünkü çocuklara oyuncak görünümlü bombalar atan bir güçle savaşıyorlardı. Aynı günlerde, ABD’de Kent State Üniversitesi’nde barış yanlısı öğrencilerin üzerine de ateş açılmış, pırıl pırıl dört genci öldürmüş, birini de felç bırakmışlardı. Arkadaşları, kendilerini silahların önüne atıp bağırlarını açmış, “Beni de vur!” diye bağırmışlardı. O gençler, savaşı durdurmak için gereken bir iradeyi ortaya koymuşlardı, “kusursuz, gerçek, eksiksiz, kristal gibi berrak….” Rahatınızı bozmadan, kimsenin rahatını kaçıramazsınız… Ve işte onların kitap okuması, sinemaya gitmesi, sergi gezmesi, avunmak değildi ve yalnız da hissetmiyorlardı kendilerini. Yalnızlık, yalnız kalmakla ilgili değildi. Oradaydılar, o kolları kesilmiş çocukların yanında, binlerce kilometre öteden söyledikleri şarkılarını çocuklara duyuramasalar da…

Vietnam Savaşı’ndaki sorunlar neyse, bugün de aynısını yaşıyoruz. Sorunlar değil, koşullar belirliyor her şeyi. Piyasa koşulları hâkim olduğu sürece, iradeye, sanata, siyasete, her şey daha da yüzeyselleşecek. Beni savaşlar kadar, bu yüzeysellik korkutuyor, uçan bir martıya bakıp bir şey hissetmeyecek insanların yaratacağı kıyamet…