Dünyanın küre olduğuna kim inanır ki? Öklidyen bir düzlemde yaşıyoruz. İster kâğıt olsun ister bilgisayar ekranı, tasarım ortamı düzlemdir. Tasarım; düzlem üzerinde tasarlanmış iki boyutlu formların yerin yüzeyinde üçüncü boyuta taşınması. Yerküreye düzlem muamelesi yapıyoruz; öklidyen düzleme göre tasarlanmış yapıların içinde yaşıyoruz. Ve bu düzlem, çok uzun zamandan beri kübik resimler için tuval işlevi görüyor. Objeleri parçalayan ve parçalarını resim düzleminde yan yana getiren kübizmden çok önce, kapitalizm yerkürenin bedenlerini parçalayarak yerin yüzeyinde kübik peyzajlar yaratmaya başlamıştı bile. Ve hız kesmeden yaratmaya devam ediyor. Fakat parçalanan bedenler nedense gözümüzden kaçıyor. Yerkürenin yıkımı pahasına üretilen tasarlanmış formları görüyoruz sadece. Kübizm, figür ve zemin ya da pozitif uzam ve negatif uzam arasındaki ayrımı ortadan kaldırmış, parçalı tek bir düzlem yaratmıştı. Ama göz parçaları değil, bütünlüklü formları algılıyor. Gözümüze çarpan, Picasso’nun parçaların arasına yerleştirdiği kemanı ya da şişesidir. Kapitalizmin dünyanın büyüsünü bozmasının nedeni, metalarıyla insanları yeniden büyülemek istemesiydi. Göz aldanmak ister, büyülenmek. Metalar aklımızı alıyor.


***

Teknolojik nesneler karşısında bir an bile olsa nutku tutulmayan var mı? Eğer nutkunuz tutulmuşsa, demek ki aklınız tutulmuştur. Max Horkheimer’ın “Akıl Tutulması”nda anlattığı sürecin bir parçasısınız artık. Ve büyülendiğiniz o nesneyi satın alıp ekosisteminize dâhil ettiğimiz an, ilişkileriniz kökten değişir, “insan bireysel özelliklerinden uzaklaşır”, nesne tahakküm etmeye başlar size. Ve bir protez olarak bedeninize eklediğiniz nesnenin, çok geçmeden protezine dönüşürsünüz. Boş yere özne olduğunuzu iddia etmeyin; özne olan odur, siz de onun nesnesi. Çağımız tasarım çağıdır, nesnelere özne muamelesi yapıldığı bir çağ. Nesneler değil mi öznelliğimizi, kimliğimizi belirleyen? Bedenlerimize metaları ekledikçe kimlik kazandığımıza göre, hayatımızdan metaları çıkarmak kimliğimizi yitirmek anlamına gelecektir. Ve hiç kimse kimliğini yitirmeye cüret edemeyeceğine göre metalarla ilişkilerimiz bir kimlik ilişkisidir, yoklukları ise kimlik krizi. Metaların muhteşem formlarıyla büyüleniyoruz. O yüzden gömülü olduğumuz paramparça zemini göremiyoruz. Kim demiş dünyanın büyüsü bozuldu diye?

***

Büyü, şeylerin doğal düzenini değiştirmek için yeryüzünün doğal dengesine yapılan sihirli bir müdahaledir. Formlarla, özellikle teknolojik formlarla büyülenip aklınız tutulduğunda feleğiniz şaşar. Sadece sizin mi? Bugün denge bozumunu küresel düzeyde yaşıyoruz ve adına ekolojik kriz deniyor. Metaların sihirli güçleri var; aramıza girdikleri an artık denge onların lehine değişmiştir. Metaların dengemizi nasıl bozdukları, “Balance” adlı kısa filmde ne de güzel anlatılır. Alman kardeşler, Wolfgang ve Christoph Lauenstein tarafından üretilmiş “Balance”, 1989 tarihli stop-motion bir animasyon. Beş kişinin hareketine bağlı olarak her an dengesi bozulabilecek ve bu beş kişinin dengeyi sürdürebilmek için üzerinde birbirleriyle uyumlu hareket etmek zorunda oldukları, havada asılı duran dörtgen bir platform. Ama bir gün hayatlarına bir nesne girer, büyülenirler ve o nesneye sahip olmak istedikçe aralarındaki kırılgan uyum giderek bozulur. Hareketlerini, dolayısıyla dengelerini artık nesne belirlemeye başlamıştır. Teker teker boşluğa yuvarlanırlar; sonunda platform üzerinde nesne ile bir insan kalır. Filmin son sahnesinde platformun bir kenarında nesneyi, karşı kenarında da insanı görürüz. İnsan artık kıpırdayamaz, kıpırdasa denge bozulacak ve her ikisi de boşluğa düşecek. Terazi insanın ve metanın denkliğini gösteriyor. Bu denkliğin ortaya çıkması için onca bedenin boşluğa düşmesi gerekmişti.
Bu denklik uğruna yıkılıyor hayatlar. Ve metalar karşısında insan hızla değer kaybediyor. Bugün bir meta kaç can eder? Bir metanın ortaya çıkması için kaç hayatın yok edilmesi gerekir? Kübik resimde göze çarpan formlardır: Platformun üzerindeki meta sahibi insan. Metalar üretilirken parçalanan bedenler ise resmin zeminini oluşturur. Dünya giderek daha fazla kübikleşiyor ve paramparça hayatlar, kendi hâllerini değil, uğruna parçalandıkları formları görebiliyorlar sadece.