Ölümünün 49. yılı nedeniyle üç hafta sürdürdüğüm Che (biraz da Ulrike) bitti geçen hafta işte, karınca kararınca dillendirebildiğimce.

“Jules Verne’nin ‘Dünyanın Merkezine Yolculuk’tan esinlenilmiş gibiydi; ne bileyim öyle çağrıştı bende” dedi dostlarımdan biri. “İniyorsun dalıyorsun bir yerlere Che ve Ulrike ile, ama dönüyorsun bugüne, hani seninkisi düşten uyanmakla bitiyor(ya da bitmiyor tabii) ve yöntemince anlatışına ‘bilim kurgu’ diyemiyor insan…”

“Kitabı anımsayamadım tam, küçükken okumuştum” deyince anlatıyor:

“Genç Axel, amcası Profesör Lindenbrock'la birlikte çalışmaktadır. Bir gün profesör, eski bir el yazmasının içinde bir şifre bulur. Bir süre sonra Axel şifreyi çözer. 16.yüzyılın ünlü İzlandalı bilgini Arne Saknussemm, bu şifrede, İzlanda'daki sönmüş yanardağ Sneffels'in kraterinden dünyanın merkezine indiğini açıklamaktadır. Profesör büyük bir heyecana kapılır ve yeğeni Axel ile birlikte İzlanda'ya gider. Rehberleri eşliğinde, yanardağın gizemli derinliklerine inerler. Axel mağaralarda kaybolur. Duvarlar ötesinden sesler duyar. Yerin altında sürprizlerle dolu bir yolculuk onları beklemektedir. Milyonlarca yıl öncesinde yaşamış canlılar ile karşılaşırlar. Başlarına çeşitli olaylar gelir. Sonunda başka bir yanardağdan çıkarlar…” “Eee…” diyorum, “ne bu şimdi? Jules Verne ile yolculuğa mı çıktım?” “Sen hep yollardasın zaten” diyor. “Fantastik günlerinden biri mi demeliyim?!” “Ne dersen de…” “Sen de, ne? Neymiş benim için?” diye soruyorum. “Senin için dünyanın merkezi ‘68!” “Vayy, bak şuna; iyi bağladın ha…” “Sen de kıpır kıpır iyi bağlamıştın Gezi’ye.” “Şöyle bir kıpırdanayım mı istiyorsun yeniden?” “Eğlenmeyi bırak. Yaz, 2-3 hafta ya da ne kadarsa! Her zaman ele alınmalı ‘68 kuşağı.”

22 yaşındaydım 1968’de. Şimdilerde bile, 68’le ilgili ne varsa okur, dinler, izler, sürdürürüm bu süreci içimde. Tiyatroya da taşımışlığım var; “30. yılında 68” başta olmak üzere kimi diğer oyunlara da; ne denli “oyun” diyeceksek onlara… Daha önceleri de yazdım ‘68 üzerine ama hiçbir zaman yeterli gelmedi bana; hem nasıl gelsin dünyanın merkeziyse?!

Kimi alıntılamalar yapmak istiyorum. Soner Yalçın’ın 11 Aralık 2010 tarihli yazısından başlayayım:

”68 kuşağı sanki hep eksik anlatılmış gibi geliyor bana. Mahir Çayan, Deniz Gezmiş, Sinan Cemgil, İbrahim Kaypakkaya ve nicelerini gerçekten tanıdığınızı mı düşünüyorsunuz? Onların pek bilinmeyen yönlerini yazayım. (…) Adnan-Nazife Cemgil çifti öğretmendi. DTCF’deki üniversite mücadelesinin önde gelen aydınlarıydılar. Adnan Cemgil işsiz kaldı; hapis yattı, sürgüne yollandı. Oğulları Sinan Cemgil o zorlu yıllarda 1944’te doğdu. Nitelikli bir kültür ortamında yetişen Sinan çok başarılı öğrenci oldu. İngilizce, Fransızca, İspanyolca, İtalyanca öğrendi. Arkadaşlarına Dante’den İtalyanca dizeler okurdu… ODTÜ Mimarlık’ta öğrenci iken devrimci mücadeleye katıldı. Teorik derinliğiyle öğrenci liderlerinden oldu. (…)ODTÜ’de ‘Hoca’ deme âdetini Sinan Cemgil başlattı. ‘Hoca’ derlerdi arkadaşları bilgisinden ötürü. (…)Nurhak Dağları’nda Jandarma tarafından öldürüldü. Yirmi yedi yaşındaydı. Sırt çantasından 4 kitap, bir de kuru soğan çıktı. Bir yaşındaki oğluna, 21 yaşında öldürülen arkadaşı Taylan Özgür’ün adını vermişti. Oğlunun cesedini almaya giden anne Nazife Cemgil, tabut başındaki köylülere seslendi: ‘Bu oğlum Sinan. Bunlar da onun arkadaşları (Kadir Manga ve Alpaslan Özdoğan), kardeşleri. Onlar da oğullarım. Bu çocuklar, bu oğullar; bu ülkeyi, halkı, sizleri sevdiler. Başka bir istekleri yoktu. Her biri üstün zekâlı güzel çocuklardı. Dileselerdi, düzenin adamları olsalardı, şimdi burada cansız yatmazlardı. Ama onlar, halkı, sizleri sevdiler. Sizin sorunlarınızı omuzladılar…’

Size 68’lileri anlatmalıyım”