Nilüfer Türkoğlu Dünya tarihinin en acılı sayfalarından biri: Struma. “Fare kapanı, sardalya tenekesi, yüzen tabut, ölüm gemisi.” İnsanoğlunun utancı, insanlığın istemediği ve hatta unuttuğu, ‘karantinalı’ Struma. 769 kişinin umuda yolculuk yaptığını sanıp ölüme gittiği, Karadeniz’in dalgalı soğuk sularına gömülen baştan arızalı, bozuk, yitik Struma. Oysa o güne kadar Balkanlar’da bir nehrin adıydı yalnızca. 24 Şubat […]

Dünyanın orta yerinde 769 yalnız insan

Nilüfer Türkoğlu

Dünya tarihinin en acılı sayfalarından biri: Struma. “Fare kapanı, sardalya tenekesi, yüzen tabut, ölüm gemisi.” İnsanoğlunun utancı, insanlığın istemediği ve hatta unuttuğu, ‘karantinalı’ Struma. 769 kişinin umuda yolculuk yaptığını sanıp ölüme gittiği, Karadeniz’in dalgalı soğuk sularına gömülen baştan arızalı, bozuk, yitik Struma. Oysa o güne kadar Balkanlar’da bir nehrin adıydı yalnızca. 24 Şubat 1942’den sonra korkunç bir felaketin adı oldu. Aradan 77 yıl geçti. Unutulmamalı, unutturulmamalı…

FACİADAN SAĞ KURTULAN TEK İSİM

Tarihçi yazar, Portekiz Fahri Konsolosu Aaron Nommaz, İkinci Dünya Savaşı’nda Alman soykırımından kaçan Yahudilerin Filistin’e irtica etme hikâyesini, romanın baş kahramanı David Stoliar’ın gözüyle son kitabı ‘Struma’da anlatıyor. Stoliar, faciadan sağ kurtulmayı başaran tek isim. Nommaz, kendisiyle yaptığım söyleşide Stoilar’ın hayatını incelediğini ve dönemin Romanyası ile birleştirince inanabileceği bir serüven ortaya çıktığını söylüyor. Ancak ne yazık ki 2014’te 91 yaşında hayatını kaybeden David Stoliar ile bir araya gelme şansı hiç olmamış. Yazdıkları tamamen araştırmalarının ve Stoliar’ı tanıyan arkadaşlarının anlattıklarının bir sonucu.
Daha önce de Halit Kakınç (Struma, Destek Yayınları, 2012), Prof. Dr. Yetkin Çetin (Bir Dramın İçyüzü, Gürer Yayınları, 2016 – Batılıların Kirli Yüzü) ve Zülfü Livaneli (Serenad, Doğan Kitap, 2016) gibi yazarların kaleme aldığı Struma Olayı, Nommaz’ın romanında fona yerleştirilmiş bir üzünç denizi. Nommaz’ın Struma’sını okuyan Livaneli, kitabın arka kapak yazısında yazarın akıcı romanını (belki de çözümsüz) sorulara bir cevap niteliğinde olduğuna vurgu yapıyor. Bu da Struma’yı ‘vicdanları sorgulatan bir hikâye’ye dönüştürüyor.

Varlıklı bir ailenin oğlu olan David Stoliar’ın Bükreş’te yaşadığı renkli hayatının, dönemin tarihsel sürecinde bambaşka bir hayata evrilmesi, romanın giderek artan geriliminde değişen bir dünyanın, değişen bir ülkenin, değişen insanların ve insanlığın ayak seslerini duymamıza neden oluyor. Romanın en büyük dinamikleri Stoliar’ın yaşadığı aşklar; geçmişi, geleceği, sadakati ve idealleri arasında sıkışıp kalması. Aşık olduğu gazeteci Elena’nın yaklaşmakta olan felaketleri erkenden sezip Amerika’ya kaçması, David’in bu plana dahil olmak istemeyişi ve Romanya’da kalmasıyla başlayan yeni bir dönem romanın yönünü belirliyor. Doğudan gelen dalgalarla ‘Yeşil Gömlekliler’ diye anılan azılı bir grup ülkede daha fazla etkin olmaya başlarken Romanya’da zaten var olan katı antisemitizmi alet ederek popülaritelerini de artırma yolunda ilerliyorlar. Bu sırada David’in hayatına yeni bir aşk giriyor: Elsi. Sonrası okuyucuyu Struma felaketine daha da yaklaştırıyor.

12 Aralık 1941’de Köstence Limanı’ndan İngiliz sömürüsündeki Filistin’e doğru yola çıkan Struma, içinde 769 yolcuyla kendilerine vaat edilen gemi konforundan epey uzak, tıkış tıkış yol alıyor İstanbul’a doğru. Struma eski bir gemi ve hayvan taşımacılığında kullanılıyor. Kapasitesi anca 150-200 kişiyle sınırlı.

‘BİZ DE İSTEMEYİZ’

Henüz yolun başındayken Köstence’deyken bozulan motor, tamir edilse de Sarayburnu yakınlarında yeniden, bu defa tamamen bozuluyor. Tuvaletlerin neredeyse hepsi tıkanık, üçü kullanılabilir durumda. Her taraf pislik içinde. Salgın tehlikesine karşı gemi karantinaya alınıyor ve yolcuların inmesine izin verilmiyor. Kurtarılan birkaç imtiyazlı kişi dışında 72 gün boyunca tüm bu insanlar bu şartlarda yaşamaya mahkûm ediliyor.

Ne Almanya ne İngiltere Struma’daki yolcuların Türkiye’de karaya çıkarılmasına izin veriyor. Almanya buna sebep olarak ‘yolcuların salgın hastalık taşıdığını gösterirken İngiltere, geminin Filistin’e ilerlemesini istemiyor. Kurdukları yönetimin, Yahudilerin sayısının artmasıyla zora gireceğini düşünüyorlar.

Kendi ülkesinin insanlarını adeta ülke dışına atan Romanya, Almanya ile müttefik olduğu için Struma’daki insanları ölüme terk ediyor. Tüm bunların ‘aslında’ dışında kalan ve savaş boyunca tarafsız olduğunu ilan eden Türkiye ise “Başkalarının istemediği insanları biz de istemeyiz” anlamında “Türkiye, başkaları tarafından arzu edilmeyen insanlara meclâ olamaz. Türkiye, başkaları tarafından arzu edilmeyen insanlar için vatan hizmeti göremez. Bizim tuttuğumuz yol budur” diyerek net tavrını ortaya koyuyor. Dönemin başbakanı Refik Saydam’ın ağzından çıkan bu cümleler Türkiye tarihinin utanç listesinde yerini alıyor. Müzakereler haftalar boyunca sürerken verilen karar, Türkiye’nin gemiyi Karadeniz açıklarına göndermesi yönünde gerçekleşiyor. Römorklarla 23 Şubat 1942’de Şile açıklarına çekilen motoru bozuk gemi, bir SSCB denizaltısı tarafından torpille batırılıyor. (Arşivler bunu kanıtlar nitelikte.) 24 Şubat sabahında adı gibi kara deniz, 103’ü çocuk olmak üzere 768 kişiyi dalgalarının arasına alıyor. Çünkü “Türkiye, başkaları tarafından arzu edilmeyen insanlara meclâ olamaz.” Çünkü dünya bu insanları istemiyor.

Romanın baş kahramanı David Stoliar, felaketten kurtulan tek kişi olurken dönemin Dışişleri Bakanı Şükrü Saraçoğlu tarafından bir süre hapiste tutuluyor.

‘Struma’nın yazarı Aaron Nommaz’a “Peki, Yahudilerden kimler özür dilemeli?” diye sorduğumda bana Türkiye’nin yerinin en alt sırada olduğunu söylüyor. Almanya ve İngiltere’yle başlayan bir ‘suçlu’ sıralaması var yani. Üzerinden 77 yıl geçmiş olmasına rağmen bugün tarihin en büyük soykırımını yaşamış Yahudilere Türkiye’nin bir özür borcu var, olmalı da. 769 kişinin, içinde 72 gün boyunca beklemek zorunda kaldığı bozuk gemiyi açık sulara bırakmak, “Vicdan nedir, nerededir?” sorusunu akla getiriyor. Oysa cevap baştan belli: VİCDAN YOK.

İşte o yüzden Nommaz’ın ‘Vicdanları sorgulatan hikâye Struma’sını okurken gözünüzden düşen o bir damlanın bir anlamı var. Çünkü Struma’yı anlamak, her yıl 24 Şubat’ta anmaktan daha değerli.